SALTANATIN KALDIRILIŞININ 97,YILI “ VE CUMHURİYETİN 96
KURULUŞ YILI.
Saltanatın Kaldırılması ve Sonuçları! Büyük Zafer’in kazanılması ve
Mudanya Mütarekesinin imzalanması Türkiye'nin uluslararası alanda yeniden
algılanmasını, başka bir deyişle doğru algılanmasını sağlamıştır. Mondros
Mütarekesinden bu yana yapılacak barış anlaşması ile ilgili olarak sürekli
Osmanlı hükumetlerini muhatap alan İtilaf Devletleri, Ankara hükumetinin
vazgeçilmezliğini bir kez daha anlamışlardı.
Bununla birlikte Osmanlı Devleti
ve onun hükumeti hala mevcuttu. O nedenle İtilaf Devletleri, 27 Ekim 1922’de
her iki hükumeti de 13 Kasım’da Lozan’da toplanacak barış konferansına davet
ettiler.
Bunun üzerine Sadrazam Tevfik Paşa, 29 Ekim’de TBMM
Başkanlığı’na çektiği telgrafta, barış konusunda birlikte hareket edilmesini ve
bu münasebetle Ankara'nın belirleyeceği bir kişinin özel talimatla hemen
İstanbul'a gönderilmesini ya da İstanbul hükumetince Ziya Paşa’nın Ankara’ya
gönderilebileceğini bildirdi.1 Esasen barış konferansına “müşterek mesai” ile
katılma önerisi, daha önce 17 Ekim’de Tevfik Paşa tarafından yapılmış, Mustafa
Kemal Paşa bunu Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na aykırı bulduğundan reddetmişti.
2- Sadrazamın
barış konferansına birlikte katılma önerisi TBMM’de de yankı uyandırdı.
Bu mesele, 30 Ekim günlü meclis toplantısında ele
alındı. Görüşmeler sırasında, İstanbul hükumetinin böyle bir girişimde
bulunmaya hakkı bulunmadığından, bu hükumetin yok sayılması gerektiği noktasına
kadar çeşitli düşünceler dile getirildi. Bazı mebuslar daha da ileriye giderek,
konuyu yetki meselesinin ötesine taşıdılar, hükumet biçimini değiştirecek bir
mahiyette irdelediler ve saltanatın kaldırılması için harekete geçtiler.
3- 1
Kasım 1922’den önce, Meclis’teki muhalifler saltanatın kaldırılacağına dair
telaşlı ve heyecanlı bir propagandaya koyulmuşlardı. O zamanki hükumetin başkanı Rauf Bey’in de dahil bulunduğu bir grup saltanatın kaldırılmasına karşı
olduklarını Mustafa Kemal Paşa’ya söylemişlerdi. Mustafa Kemal Paşa onlara
verdiği cevapta,“mevzuubahis ettiğiniz mesele, bugünün meselesi değildir.
Mecliste bazılarının telaş ve heyecanına da mahal yoktur” demişti.
4- İstanbul hükumetinin girişimleri, “bugünün meselesi”
olmayan saltanatın kaldırılması olayını çabuklaştırdı ve zorunlu hale getirdi.
30 Ekim günlü meclis toplantısında, Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarınca meclis
başkanlığına 6 maddelik bir önerge verildi. Bu önerge uzun uzadıya tartışıldı.
Söz konusu önergede Osmanlı Devletinin sona erdiği, Ankara hükumetinin onun
yerine geçtiği, hilafet makamının esaretten kurtarılacağı belirtiliyordu.
İstanbul hükumetinin meşrutiyetini kaybettiği, Ankara hükumetinin Türkiye
Devletinin yegane temsilcisi olduğu noktasında mecliste fikir birliği oluşmuşken,
onun da ötesinde saltanatın kaldırılmasına karşı çıkanlar vardı. Dolayısıyla bu
son noktada fikir birliği bozulmuş, Mecliste bir karmaşa yaşanmaya başlamıştı.
“Artık bir tarafta hainler ve saraycılar, bir yanda milliyetçiler yoktu.
Ayrılık bu sonuncular arasındaydı.”
5- Bütün mebuslar, millet hakimiyetinden yana oldukları
halde, bunun nasıl sağlanacağı konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Mebuslardan
bir kısmı, millet iradesine dayanan Ankara'daki meclisi bunun için yeterli
görürlerken, daha kalabalık bir grup saltanat kaldırılmadıkça gerçek anlamda
millet hakimiyetinden söz edilemeyeceğini savunuyor ve kesinlikle saltanatın
kaldırılmasını istiyordu. Saltanat ve milli egemenlik, Batı’da birbirine zıt
kavramlar olarak değil, Fransız İhtilali’nden bu yana birbirini tamamlayan
öğeler olarak geliştirilmiş ve bunun sonucunda taçlı demokrasiler ortaya
çıkmıştı. Geç de olsa yarım yüzyıl kadar sonra bu akım Osmanlı Devleti’ni
etkilemiş, 1876’da Meşrutiyet ilan olunmuştu.
Şeklen Osmanlı Meşrutiyeti
diğerlerinden çok farklı bulunmamakla birlikte uygulamada, padişah buyruğu
millet iradesinin önüne geçmiş seçimle toplanmış beş meclis, padişah buyruğu
ile feshedilmişti. Şimdi saltanatın kaldırılmasını isteyenler, millet
egemenliğinin üzerindeki bütün engelleri ortadan kaldırmayı amaçlıyorlardı. Dr.
Rıza Nur ve arkadaşlarınca verilen önerge, ad okunmak suretiyle oylamaya
konuldu. 131 kabul, 2 ret, 3 çekimser oya rağmen, çoğunluk sağlanamadığından
işlem tamamlanamadı ve 1 Kasım Çarşamba günü toplanmak üzere oturuma son
verildi.
1 Kasım Çarşamba günü yapılan 130. birleşimin ilk
oturumunda söz konusu önergenin 6. maddesini değiştiren bir önerge daha
verildi. Ayrıca Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ve arkadaşlarınca, değişiklik
niteliğinde görünmekle birlikte, ondan tamamen farklı mahiyette ikinci bir
önerge daha başkanlık makamına sunuldu. 2 maddelik bu önergede Osmanlı
hükümetinin tarihe intikal ettiği belirtiliyor, fakat saltanatın
kaldırılmasından söz edilmiyordu. Bunun anlamı Osmanlı saltanatına dayalı bir
TBMM yönetimi demekti.
Açıkça söylenmese bile, Osmanlı Parlamentosu’nun
yerine TBMM, Babıali’nin yerine Ankara hükümeti getirilmek suretiyle Osmanlı
Devleti’nin devamlılığı sağlanmaya çalışılıyordu. Mustafa Kemal Paşa, bu
önergeler ve yapılan tartışmalar üzerinde görüşlerini belirten uzunca bir
konuşma yaptıktan sonra, söz konusu önergelerin Şer ’iye, Adliye ve Kanun-ı
Esasi encümenlerinden oluşan ortak komisyona havale edilmesine karar verildi.
Ortak komisyon bir karar metni tasarısı hazırlayarak Başkanlık Divanı’na sundu.
2 maddelik karar metni tasarısında, saltanatın kaldırılması ile hükumet olarak
sadece Ankara hükumetinin varlığı, halifeliğin Osmanlı hanedanına ait bulunduğu
fakat bu makama ilim, ahlak, olgunluk ve iyilik bakımlarından en önde olan
hanedan mensubunun TBMM tarafından seçileceği belirtiliyordu. Bu tasarı meclis
tarafından aynı gün, yani 1 Kasım 1922’de bir karar olarak kabul edildi.
6- 1 Kasım 1922 tarihli TBMM Genel Kurul Kararı şu
düzenlemeleri beraberinde getiriyordu: 1. Saltanatla birlikte Osmanlı
hükumetinin de varlığına son verilmiştir. 2. Hilafet, saltanattan ayrılmış,
hilafet makamı olduğu gibi korunarak Osmanlı Hanedanı’na ait olduğu kabul
edilmiştir. Dolayısıyla Osmanlı hanedanı ilga olunmamıştır. Vahdeddin sultan
unvanını yitirmiş sadece halife olarak kalmıştı. 3. Osmanlı Devleti son bulmuş,
yerine “Türkiye Devleti” adıyla yeni bir devlet kurulmuştur. 4. Yeni Türkiye
Devletinin hükumet biçimi tespit edilmemiştir.7 Bununla birlikte bu karar, bir
anayasa değişikliği ya da mevcut 1921 tarihli anayasaya bir ilave mahiyetinde
görülmekteydi. Nitekim Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarının 6 maddelik önergeleri
görüşülürken Hüseyin Avni Bey bu hususa işaret etmiş, bir kanun tasarısı
niteliğinde olması nedeniyle Layiha Encümeni’ne gönderilmesini istemişti. Fakat
meclis genel kurulu bu düşünceye katılmadığından karar tasarısı şeklinde
görüşülmeye devam edilmişti.
1 Kasım Kararı, o zaman yürürlükte bulunan Diyanet-i
Vataniye Kanununun 1. maddesi ile de çelişiyordu. Söz konusu madde, TBMM'nin
kuruluş amaçları arasında hilafet ve saltanat makamlarının da korunmasını
öngörmekteydi. Bu da kararın son derece acele ve şartların zorlaması sonucunda
alındığını düşündürmektedir. 1 Kasım olayı, önemli bir değişikliği içerdiğinden
gerekli yasal ve anayasal değişikliklere muhtaçtı. Atatürk’ün Nutuk’ta “bugünün
meselesi” olarak görmemesinin sebebi de buydu.
Söz konusu yasal ve anayasal değişiklerin yapılamamış
olması, bu konuda farklı görüşlerin, farklı değerlendirme biçimlerinin ortaya
çıkmasına sebep oldu. Saltanatın kaldırılmasından sonra, saltanat-ı milliye,
milli halk saltanatı, millet saltanatı vb. gibi yine saltanat sözcüklü deyimler
kullanılmaya başlandı. Meclis, yeni anayasal düzeni belirlemediğimden bu
deyimler alternatif kavramlar olarak ileri sürülmüş görünmektedir. Fakat
bunlardan hiçbiri anayasal rejimi ifade etmiş olamaz, eski sisteme tepki
olmanın ötesine geçemezdi. Saltanat kaldırıldığı halde “saltanat” sözcüklü
deyimlerin kullanılması dikkati çekmekte, bazı mebuslar bu sözcüğün telaffuz
dahi edilmemesini, bu hususta konuşmacıların uyarılmasını başkanlık divanından
istemekteydiler. Böyle bir ortamda anayasal rejim tartışmaları ortaya çıktı.
Yeni Türkiye Devletinin hükmet biçimi neydi ya da ne olmalıydı konusu ile
ilgili görüşler TBMM'nin dışında basın yayın organlarında geniş bir yer edindi.
Saltanatın kaldırılması altı asırlık bir yönetim
biçimine, 2000 yıllık karizmatik egemenlik anlayışına son verilmesi bakımından
önemli bir olaydı. Bu konu halledildikten sonra, yürürlüğe konulacak hükumet
biçiminin kabullenilmesinde bir direnişle karşılaşılmaması beklenirdi. Fakat
içeride ve dışarıda mevcut problemler, şekli hükumetin belirlenmesini bir
müddet daha geciktirmiştir.
2. Anayasa
Rejim Tartışmaları
Mudanya Mütarekesi gereğince Trakyayı tesellüme memur
edilen Refet (Bele) Paşa, 19 Ekim 1922’de İstanbul'a gelmiş, TBMM'nin ve milli
ordumuzun bir temsilcisi olarak heyecanla, sevgi gösterileriyle karşılanmıştı.
Refet Paşa, İstanbul’da bulunduğu sırada, çeşitli
ziyaretler yaptı ve bu ziyaretleri sırasında milli hakimiyet prensibi, bunun
önemi üzerinde görüşlerini anlattı. Bu anlatımlara İstanbul gazetelerinde geniş
ölçüde yer verildi. Refet Paşa bir temsilci olmanın ötesinde, bu türden
görüşleriyle basının ilgi odağı haline geldi.
21 Ekim’de Darülfünun’da yapmış
olduğu konuşmasında, yabancıların Anadolu hükumetinde bir “Cumhuriyet Fikri”
aradıklarını anladığını söylüyor, aynı gün Belediye Başkanlığınca onuruna
verilen ziyafette de cumhuriyet hakkındaki düşünceleri “köhne bir fikir” olarak
değerlendiriyor ve “zaten ben esas itibariyle cumhuriyeti memleketimizin
bünyesi için daha zararlı görürüm” diyordu.
Refet Paşa, mevcut meclis hükumeti
tarzının en uygun yönetim biçimi olduğunu savunmaktaydı. Bu konuşmalar
yapıldığı sırada saltanat henüz kaldırılmamıştı. Dolayısıyla Refet Paşa'nın
görüşleri, cumhuriyet yönetimine karşı olmak ve milli egemenliğin meclis
hükumeti biçiminde gerçekleşebileceğini savunmakla sınırlı kalmıştır.
Refet Paşa'nın görüşleri bazı çevrelerce tepkiyle
karşılandı. Çünkü o, tek kişinin yönetimine dayanan sistemi eleştiriyor, meşrutiyet
ve cumhuriyet yönetimlerinin dışında meclis hükumeti öneriyordu. İstanbul
Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey, konu ile ilgili olarak yayınladığı kitapçıkta,
meşrutiyeti savunmakta, meşruti hükumetlerde hükümdarların sakıncalı yönlerinin
ortadan kaldırıldığını iddia etmekteydi. Buna göre hükümdarın varlığı elzemdi.
Hükümdar, bir millete daha çok şahsiyet, bir kimlik, bir sağlamlık ve bir
kuvvet verirdi. Meclis Hükumeti biçiminin hiçbir yerde mevcut olmadığını ve
olamayacağını da savunan Lütfü Fikri Bey, saltanatın korunması ya da
kaldırılması hususunda halk oylamasına gidilmesini de önermekteydi.
1 Kasım kararına aykırılık teşkil eden bu görüşlere
aynı şekilde, karşı yayınlarla cevap verildi. Böylece bir “risaleler savaşı”
başlatılmış oldu. Süleyman Nazif Bey, Lütfü Fikri Bey’i Batı’nın anayasa hukuku
kuralları ile yönetim biçimimizi belirlemeye çalışmakla itham ediyor, onun
“hükümdarların yararlı taraflarının kaldığı” yönündeki tezinin geçersizliğini
göstermek için Osmanlı tarihinden örnekler veriyordu. İstanbul Barosu
avukatlarından Fuat Şükrü (Dilbilen) Bey, Lütfü Fikri Bey’i ağır ve alaycı bir
biçimde eleştirmiş, Mehmet Emin (Yurdakul) Bey, Anadolu’da halkın çektiklerini
anlatarak padişahların gereksizliğinden ve o sistemin geçersizliğinden söz
etmişti. Refet Paşa da dahil, eski sistemi tenkit edenler devlet başkanlığı
makamının nasıl doldurulacağını söylemiyor ya da söyleyemiyorlardı. Çünkü yeni
yönetimin biçimi açıklanmadığından bu konuda hemen hemen hiç kimse bir şey
bilmiyordu.
Vahdeddin firarı üzerine, yeni halifeyi seçmek için 18
Kasım 1922’de toplanan TBMM’de bazı mebuslar halifenin görevinin de
belirlenmesi gerektiğini söylediler. Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, İslamiyette
egemenliğin şûra esasına dayandığını, halifenin bu şûranın doğal başkanı olması
hasebiyle cismani ve ruhani sıfatları taşıdığını savunarak, “halife yalnız bir
kelime ile olmaz. Biz Vatikan Sarayı’nı taklit etmiyoruz” dedi. Bununla
halifenin yeni devletin başkanı olması gerektiği belirtilmek isteniyordu.
Mustafa Kemal Paşa hemen kürsüye gelerek bu girişimi
sonuçsuz bırakan bir konuşma yaptı. Halifeye, 1 Kasım Kararı’na aykırı olarak
birtakım hak ve yetkiler tanınması girişimi sonuçsuz bırakılınca, Afyon Mebusu
İsmail Şükrü (Çelikalay) Efendi, yani Halife Abdülmecit Efendi’ye biat meselesini
açtı ve bunun şart olduğunu söyledi. Bütün bunlar mecliste tepkilere neden
oldu. Meclis dışında özellikle Ankara’da Yeni Gün gazetesinde, halifeye hak ve
yetkiler verilmesine karşı yoğun eleştiriler, taraftarlarına karşı tehdit
anlamına gelebilecek bir dizi yazılar yayımlanmaya başladı.
Yunus Nadi Bey, 26 Kasım 1922 tarihli Yeni Gün’de,
“Yeni Bir Cidal Devri” başlığı altında yayımladığı makalesinde, memlekette
sultan ve padişah isteyen sefil ruhların bulunduğunu farzettirecek belirtilerin
varlığına işaret ediyordu.
Ertesi günü, yani 27 Kasım 1922’de Mersin mebusu
Selahattin (Köseoğlu) Bey ile 23 arkadaşının imzaladıkları konu ile ilgili
önerge meclis genel kurulunda okundu. Bu önergede makale sahibinin, düşünce
özgürlüğünün sınırlarını aştığı, yüce meclisin şeref ve haysiyetine
saldırıda bulunduğu iddia olunuyor ve meclis başkanlığından
gereken işlemin yapılması isteniyordu. Yunus Nadi Bey ise söz konusu
önergenin işleme konulmaması için harekete geçmiş ve bu doğrultuda bir önerge
vermişti. Her iki önerge bir arada okunarak başkanlık divanını ilgilendirmesi
bakımından oraya gönderilmesi kabul edildi ve sıradaki gündem maddesine
geçildi.
Fakat suçlama altında bırakıldıklarına inanan mebuslar
işin peşini bırakmak niyetinde görünmüyorlardı. Bu defa Afyon mebusu İsmail
Şükrü Efendi, Dahiliye Vekâletinden cevaplandırmasını istediği bir soru
önergesi verdi. Önergede, bu “irticai” hareketin önlenmesi için Dahiliye
Vekaleti’nin ne gibi önlemler aldığı soruluyordu. Dahiliye Vekili Fethi (Okyar)
Bey memleketin hiçbir yerinde “irticai” mahiyette bir hareket görülmediğinden
bahisle, önlem alınmasına gerek görülmediğini belirtti. Cevabı yeterli bulmayan
İsmail Şükrü Efendi tartışmayı sürdürmek isteyince, mecliste karışıklıklar
çıktı, sözlerini tamamlayamadan, oturumu yönetmekte olan başkan görüşmelere ara
vermek zorunda kaldı. İsmail Şükrü Efendi, olayı bir başka yoldan gündeme
taşımakta gecikmedi.
15 Ocak 1923’te Ankara’da Hilafet-i İslamiye ve Büyük
Millet Meclisi unvanlı bir risale yayınladı. Risalenin gerçek yazarı gazeteci
Eşref Edip (Fergan) Bey’di. Risaleye göre, 1 Kasım Kararı’yla hilâfet makamı
korunmuş, bu makam Osmanlı Hanedanı’na bırakılmıştı. Hilafet, hükümet demekti.
Bu noktada bir tereddüt yoktu. Ancak hükümet TBMM çatısı altında
düşünüldüğünde, halifelik makamına seçimi meclisin yaptığına bakıldığında,
hilafet makamının üstünlüğü söz konusu olamazdı. İsmail Şükrü Efendi, “halife
meclisin, meclis de halifenindir” demek suretiyle, halifeyi hem devlet, hem de
hükümet başkanı olarak görmek istiyor, meclisin tüm yetki ve sorumluluğu
halifeye bırakmasını bekliyordu.
Ona göre 1 Kasım Kararı’nın temel espirisi de
buydu. Fakat halife ile meclis ayrı şehirlerde bulunduğundan, şimdilik böyle
bir birleşmeye imkan yoktu. Bu geçici durum ortadan kalkınca, her şey yerli
yerine oturacak, gerekirse bir kanuni düzenleme ile hilafet asli fonksiyonuna
kavuşturulacaktı. İsmail Şükrü Efendi bu görüşleri savunurken, 1 Kasım
Kararı’nı padişahlık sıfatlarından birinin yani “sultan” sıfatının
kaldırılmasından ibaret bir hareket sayıyordu. O zaman gerçekte değişen bir şey
olmuyor, şimdiye kadar sultan ve halife olarak ülkeyi yöneten Osmanlı padişahı,
bundan sonra halife sıfatıyla ülkeyi yönetmeye aday gösteriliyordu. Bu da 1
Kasım Kararı’nın özüyle çelişiyordu.
İsmail Şükrü Efendi’nin adı geçen kitapçıkta öne
sürdüğü görüşleri mecliste, hükümette, basında geniş yankılara sebep oldu.
Risale yayınlandığı gün Ankara’dan hareketle Batı Anadolu gezisine çıkmış
bulunan Mustafa Kemal Paşa, anında olaydan haberdar edildi ve onun
direktifleriyle mesele Müdafaa-yı Hukuk Grubu tarafından meclise taşındı.
Ayrıca bir karşı risale ve basın yoluyla harekete geçilmesi kararlaştırıldı.
Mustafa Kemal Paşa bir yandan Ankara’yı sürekli uyarırken, öbür yandan gezisi
sırasında gittiği yerlerde milli egemenlik, milli irade kavramlarından sıkça söz
ediyor, bunların önemi üzerinde bir kez daha ısrarla duruyordu.
16/17 Ocak 1923
gecesi İstanbul gazetecileriyle yapmış olduğu İzmit mülakatında İsmail Şükrü
Efendi’nin hareket tarzından bahisle, bunun olumsuz bir gelişme olduğunu,
karşısında tavır almanın gerekliliğini belirtmiştir.
Hükumet de Şeriye Vekâleti
kanalıyla mülakat şeklinde bu tarz hareketin doğru olmadığı hakkında
Hakimiyet-i Maliye’de yayınlar yaptırdığı gibi, bu husus ajanslarla her yana
tamim ettirildi. Dahiliye Vekaleti, iç durumu yakından incelemeye aldı.
Adliye Vekaleti de savcılık aracılığı ile adli takibat başlattı. İsmail Şükrü Efendinin dokunulmazlığının kaldırılması için hükmet 20 Ocak 1923’te TBMM
Başkanlığı’na bir tezkere gönderdi. Bu tezkere işleme konulmakla birlikte
sonuçlandırılamadı, müdevver dosya halinde yeni yasama yılına intikal etti.8
Yeni yasama yılı yeni bir meclisle, ikinci dönem TBMM ile açılacak, İsmail
Şükrü Efendi mebus seçilemediğinden dokunulmazlığının kaldırılması söz konusu
olmaktan çıkacaktır.
3. İstanbul Hükümetinin
İstifası (4 Kasım 1922)
1 Kasım Kararı ile İstanbul hükümetinin İstanbul’un
işgalinden, yani 16 Mart 1920’den itibaren ve sonsuza kadar tarihe intikal
ettiği kabul edilmişti. Çünkü Türk Milleti, Anadolu’da hem dış düşmanlara karşı
ayaklanmış hem de o düşmanlarla birleşip millet aleyhinde harekete geçmiş olan
Saray ve Babıâli ile mücadele ederek kurtuluş gününe ulaşmıştı. TBMM’nin
açılmasından sonra, 24 Nisan 1920’de kabul edilen bir kararla, meclis üyeleri
arasından ayrılacak bir heyetin vekâleten yürütme görevine memur edileceği,
meclis başkanının aynı zamanda bu heyetin de başkanı olacağı ön görülmüştü.
Buna bağlı olarak 25 Nisan’da yedi kişilik bir İcra
Encümeni seçilmiş, 2 Mayıs 1920’de hükümetin oluşumu ile ilgili yasa yürürlüğe
girmişti. Bütün bunlar Ankara’da meşru ve yasal bir hükümetin varlığını ortaya
koymaktaydı. Bununla birlikte İstanbul’da da bir Osmanlı hükümeti bulunuyordu.
Aynı devletin iki ayrı hükümetle temsil edilmesi, Milli Mücadele boyunca
aksaklıklara yol açmış, İtilâf Devletleri bu durumu kendi lehlerinde
değerlendirmeye ve bundan yararlanmaya kalkışmışlardı. 1 Kasım Kararı kabul
edildiği sırada İstanbul’da 21 Ekim 1920’de iktidara getirilmiş olan Tevfik
Paşa Hükümeti bulunuyordu. Meclis kararına rağmen bu hükümetin icraatına devam
etmesinin sakıncaları ortada idi. Padişah, 1 Kasım Kararı’nı tanımadığı için bu
hükümet de yerinde kalmakta ısrar ediyordu. Böyle bir ortamda Refet Paşa,
kişisel olmak üzere bazı girişimler başlattı.
1 Kasım 1922’de Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta,
İstanbul Hükümeti’nin Gelibolu’ya mutasarrıf atama ve Lozan Konferansı’na
delege gönderme hazırlıklarının ardında İngilizlerin bulunduğunu belirttikten
sonra, “padişahı, sadrazamı ve hariciye nazırını mutasarrıf tayinine ve
konferansa murahhas göndermeye kalkışmaları halinde kendileri için muhakkak bir
felâketin yakın olduğunu söylemek suretiyle tehdit ettim.”9 demekteydi.
1 Kasım Kararı 16 Mart 1920’den beri İstanbul’da bir
hükümetin bulunmadığını öngördüğünden, Tevfik Paşa Hükümeti’ne bu konuda bildirimde
bulunulmadı. Varlığı kabul edilmemiş olan hükümete 1 Kasım Kararı’nın
tebliğinin çelişki yaratacağı düşünülüyordu. İstanbul hükümeti, padişahın
meclis kararı karşısındaki tavrı ile Refet Paşa’nın “tehdid”leri arasında
sıkışmıştı. Üstelik Tevfik Paşa İstanbul’daki İtilâf Devletleri
temsilcilerinden de destek alamamıştı. Öte yandan İstanbul’daki üst düzey
devlet memurları ile diğer görevlileri Refet Paşa’ya müracaat ederek, ne
şekilde hareket edeceklerine dair ondan talimat istediler. Esasen Refet Paşa bu
konularla ilgili bulunmadığından herhangi bir talimat verebilecek konumda
bulunmuyordu.
Fakat bu kabil başvurular, her geçen gün sürekli
artmaktaydı. Refet Paşa, bir yandan İstanbul’daki memurlara görevlerine devam
etmelerini bildirirken, bir yandan da Ankara’dan sürekli talimat istiyordu. Bu
arada İstanbul hükümetinde istifalar başladı. Adliye ve Maarif nazırları
gerekçe göstermeden hükümetten ayrıldılar. Yerlerine yenileri bulunup
atanamadı.
2 ve 3 Kasım günleri yapılan kabine toplantılarında istifadan başka
çarenin kalmadığı anlaşıldı. Padişahın başkanlığında
3 Kasım’da Yıldız
Sarayı’nda gerçekleştirilen toplantıda Vahdeddin istifadan vazgeçilmesini
istediği halde, hükümet
4 Kasım’da topluca istifa kararı aldı. Onun yerine
yenisi kurulamadığından, Tevfik Paşa başkanlığındaki kabine aynı zamanda son
Osmanlı hükümeti oldu.
Tevfik Paşa Hükümeti’nin istifası, İstanbul’un
yönetimi ve bu yönetimin gereği ödeneğin tahsisini zorunlu olarak Ankara’nın
gündemine getirmiş bulunuyordu. O nedenle Ankara hükümeti 4/5 Kasım gecesi
yaptığı toplantıda İstanbul vilayetinin yönetim işlerini düzenleyen kısa bir
talimatnâme hazırlayarak Refet Paşa’ya gönderdi. Talimatnâmede belirtilmeyen
önemli ve acil konularda Refet Paşa serbestçe karar verebilecek ve kararlarını
uygulamaya koyabilecekti. Söz konusu talimatnâmeye göre İstanbul’da yönetim,
adalet ve askerlik işleri yeniden düzenlendi. Bütün nazırlıklar ilga olunarak,
bunlar müdürlüklere dönüştürüldü.
Memurlar ve öteki devlet görevlilerinden bir
kısmı yerlerinde bırakılırken, bir kısmı zorunlu izinli sayıldı. Hepsinin
maaşları ödenmeye devam olundu. İstanbul’un başkentlik statüsüne son verilerek,
sıradan bir vilayet haline getirildi.
1 Kasım Kararı’yla devletin hükümet
biçimi belirlenmediği gibi, şimdi başkenti de resmen kararlaştırılmamıştı.
Ankara, meclisin açıldığı günden beri fiili başkent olmayı sürdürüyordu.
İstanbul’daki devlet gelir ve giderleri bu zamana
kadar Osmanlı hükümetleri tarafından düzenlenmiş bulunuyordu.
Şimdi İstanbul’un
yönetimi Ankara Hükümeti’nin eline geçtiğinden gelirlerden önce giderlerin
karşılanması gerekiyordu ve hükümetin bütçesinde İstanbul ile ilgili ödenek
doğal olarak mevcut değildi. O nedenle hükümet meclisten bu konuda ek ödenek
talebinde bulundu. Meclisin onayı ile sağlanan ödenekle İstanbul’daki
memurların ve öteki görevlilerin maaşları karşılanmış oldu.
İstanbul halkı TBMM yönetimine geçmiş olmaktan büyük
sevinç ve mutluluk duyduğunu göstermekte gecikmedi. Her taraf bayraklarla
süslendi, okullar, kuruluşlar, halk gruplar halinde gösteriler yaparak bu olayı
kutladı. Siyah-beyaz matem bayraklarının yerini, kırmızı renkli Türk bayrakları
aldı. Mitingler düzenlendi ve bu mitinglerde konuşmalar yapılarak milli
hükümete duyulan minnet ve şükran duyguları dile getirildi.
10- Bu sevinç gösterileri yapıldığı sırada İstanbul hâlâ
İtilâf Devletlerinin işgali altındaydı. İtilâf temsilcileri Türkiye’nin
içişlerine karışmayacaklarını Refet Paşa’ya söylemiş oldukları halde, işgal
altında bulundurdukları şehrin asayişini sürdürmeye kararlı olduklarını bildirdiler.
Yönetimdeki değişiklik, özellikle İstanbul’un başkentlik statüsüne fiilen son
verilmesi onları rahatsız etmiş görünüyordu. İdari alandaki düzenlemeleri, yeni
atamaları ve görevden almaları kınamak suretiyle bu rahatsızlıklarını ifade
ettiler.11 Bu konunun onlar için ne denli önemli olduğu Ankara'nın başkent ilan
edilmesi ile ortaya çıkacaktır. Ali Berham ŞAHBUDAK.
KAYNAKÇA:
1 Kemal Atatürk, Nutuk III, MEB İstanbul 1973, s.
1238-1239, vesika 263. 2 Nutuk III, s. 1236-1237, Vesika 260 ve 261. “Türkiye
mukadderatına vazıülyed ve bundan mes’ul yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet
Meclisi Hükümeti olduğu cihanca malum ve hadisatı filiye ve muamelatı siyasiye
ile müeyyet bulunmaktadır.” Nitekim söz konusu Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 7.
maddesi, Osmanlı Anayasası’nda padişaha tanınan hak ve yetkileri TBMM’ye
devrettiğinden “barış yapılması” konusunda da tek yetkili merci TBMM idi.
3 Dursun Ali Akbulut, Saltanat, Hilâfet ve Milli Hakimiyet, Samsun 1994, s.
2.
4 Nutuk II, s. 683-685.
5 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Ankara 1980, s. 350.
6 308 Sayılı Karar için bkz. Bekir Sıtkı Yalçın-İsmet Gönülal, Atatürk
İnkılabı, Ankara, 1984,
s. 285-286. .
7 Akbulut, a.g.e., s. 5-6.
8 Akbulut, a.g.e., s. 9 vd.
9 Dursun Ali Akbulut, “Hey’et-i Vekilecik”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Dergisi, 7 (1992), s. 5-6.
10 Betül Aslan, Refet Paşa ve İşgalden Kurtarılacak İstanbul’un İdaresi
Meselesi, Yüksek Lisans Tezi, Erzurum 1991, s. 82 vd. 11 Zeki Sarıhan, Kurtuluş
Savaşı Günlüğü, C.IV, Ankara 1996, s. 806, 813, 823.