İNSAN HAKLARININ KORUNMASI
İnsanlık insan haklarına kolay ulaşmamıştır.
Daha özgür, daha mutlu bir dünya isteyen insan, haklarına gelebilecek her türlü tehlikeye karşı korunmalıdır. İnsan haklarının korunmaması durumunda, toplumda huzur, güven kalmaz. Devlete güven azalır. Güçlüler güçsüzlerin hak ve özgürlüklerini elinden alır. İnsanlar arasında ayrımcılık artar. Toplum millet ve devlet olma özelliğini yitirir. Başka bir devletin koruması altına girer.
İnsan haklarının korunduğu ülkelerde bireyler, huzurlu ve mutludur. Kendi hak ve özgürlüklerinin gelişmesinin, başkalarının hak ve özgürlüklerine bağlı olduğu bilinciyle herkesin haklarına saygı gösterirler. Böyle toplumlarda bireyler daha üretken ve yaratıcı olurlar. Kişilerin hak ve hürriyetleri anayasada düzenlendiğine göre; bu hak ve hürriyetlerin tanımlanması, açıklanması ve korunması ile ilgili maddelerin bulunması gereklidir.
Anayasa bir devletin kuruluşunu, yapısını, temel organlarının görev ve işleyişlerini, vatandaşların hak ve özgürlüklerini düzenleyen temel yasadır. Anayasaya aykırı yasa çıkarılamaz. Anayasamızda devletin, insan haklarına saygılı olması temel bir ilke olarak ele alınmıştır. İnsan hakları anayasada; temel hak ve ödevler adı altında üç bölüme ayrılmıştır.
Kişi hakları ve ödevleri, sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler, siyasal haklar ve ödevler verilmez mücadele edilerek kazanılır o nedenle Laik Cumhuriyetin Türk Milletine verdiği haklarda gericilere iade edilemez tam aksine bu hakları almak isteyenlerin karşısında dimdik durarak mevcut haklar korunmalıdır.
İnsan haklarını koruma görevi, anayasanın 40. maddesinde açıklandığı gibi devlete verilmiştir. Devlet bu görevini; yasama, yürütme, yargı organları aracılığı ile yerine getirir. İnsan haklarının yalnızca devlet tarafından korunması yetmez. Sivil toplum kuruluşları da insan haklarını koruma konusunda kendilerine düşen görevi yerine getirmelidir.
Vatandaşlarına değer veren, insan haklarına saygı gösteren ülkeler, bu hakların korunup geliştirilmesi için danışma kurulları kurarlar. Hukukçular, düşünürler, politikacılar ve diğer uzmanlardan oluşan bu kurullar, insan hakları ile ilgili sorunları inceleyip, çözüm önerilerini hükümet yetkililerine bildirirler.
İnsan hakları ile ilgili uluslar arası kuruluşların kurulduğu ya da belgelerin kabul edildiği günler, insan haklarıyla ilgili özel günler olarak kabul edilmiştir. Başlıca özel günler; İnsan Hakları Günü, Birleşmiş Milletler Günü, Dünya Çocuk Günü, Çevre Koruma Haftası ve benzeridir.
Ülkeler, kendi sınırları içerisinde milli düzeyde insan haklarını korumuş olsalar bile, uluslar arası düzeyde de korunmasına yardımcı olmaları gerekmektedir. Dünyada bazı ülkeler insan haklarını milli düzeyde bile koruyamaz durumdadır. Böyle bir ülkenin vatandaşları, insan haklarından yoksun olarak yaşamaktadırlar.
Devletler; insan haklarının uluslar arası düzeyde korunması için, çareyi uluslar arası kuruluşlar kurmakta bulmuşlardır. Uluslar arası kuruluşlar, insan hakları konusunda ilke ve kuralları saptayan, böylece ülkelere bu konuda rehberlik eden kuruluşlardır. İnsan haklarını uluslar arası düzeyde korumak için kurulan, uluslar arası kuruluşlara üye olan ülkeler, imzaladıkları protokole uymak zorundadırlar. İnsan haklarını korumada, uluslar arası belgeler önemli bir yere sahiptir.
Bu belgeler; insan haklarını korumakla görevli uluslar arası kuruluşlar tarafından hazırlanır. Üyelerinin onaylarını aldıkları sözleşmeler vardır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bunlardan biridir. Gönüllü kuruluşlar bölgesel olabildikleri gibi evrensel de çalışabilmektedirler.
Demokratik rejimi güçlendiren ve geliştiren en önemli kurum, eğitim kurumudur. Eğitim, demokrasinin yaşamasında en önde gelen faktörlerden birisidir. Demokratik düşünce ve uygulamalar da eğitimin gelişmesinde önem taşımaktadır. Demokrasi ve insan hakları birbirinden ayrılamayan iki önemli gerekliliktir. Demokrasi olmadan insan hakları; insan hakları olmadan da demokrasi olamaz. Demokrat insan olmadan, insan haklarını korumak mümkün değildir.
İnsan haklarına karşı duyarlı vatandaşlar, gördükleri olumsuzlukları, ilgili yerlere bildirerek, eleştiriler yaparak ve kamuoyu oluşturarak gerekli tedbirlerin alınmasına da yardımcı olurlar. Bildiklerini davranışa dönüştürmüş olan çağdaş ihsanlar, çevreye, diğer insan ve canlılara karşı oldukça duyarlıdırlar. Ali Berham ŞAHBUDAK…
“ Yıllardır Türk Milletini " din iman bayrak ezan yerli milli diyerek Allah'ın dini olan İslam diniyle aldatan çürümüş çağdışı zihniyete mensup siyasetçilerden bu cumhuriyette Türk milleti de biran önce kurtulmalı..? ”… Aksi ne bu cumhuriyet nede Türk milleti asla karanlıklardan kurtulamaz” .?
30 Ocak 2017 Pazartesi
24 Ocak 2017 Salı
UĞUR MUMCU NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ?
UĞUR MUMCU NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ?

Ölümünün ardından
""İslami Akıncılar Doğuş Örgütü ve PKK" terör örgütleri
Mumcu'nun ölündürülmesi olayını üstlenerek "cezalandırdık" açıklaması
yapmıştı. Peki, hem İslamcı terör örgütlerinin, hem de PKK'nın tehdit ettiği
Uğur Mumcu neden öldürüldü? Terör örgütlerinin Uluslararası bağlantılarını da
deşifre eden Uğur Mumcu yoksa bir istihbarat örgütü tarafından mı öldürüldü?
Bunu anlamak için Uğur Mumcu'nun son çalışmalarına göz atıyoruz
Kendi kaleminden UĞUR
MUMCU KİMDİR?
Ben
Atatürkçüyüm. Ben Cumhuriyetçiyim. Ben laikim. Ben anti- emperyalistim. Ben bağımsız
Türkiye'den yanayım. Ben özgürlükçüyüm. Ben
insan hakları savunucusuyum. Ben terörün
karşısındayım. Ben, yobazların, hırsızların,
vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Öyleyse vurun,
parçalayın! Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar çıkacaktır. UĞUR MUMCU
CUMHURİYETİN SESİ. DEVRİM ŞEHİDİ.
Uğur
Mumcu hayatını kedisini tarif ettiği antiemperyalist, tam bağımsız, Atatürk
Cumhuriyeti değerleri için yaşadı. Ve bu değerler için canını verdi.
İslami terör örgütlerinin, anti laik cemaat örgütlenmelerinin üzerine giden
Uğur Mumcu, bir cumhuriyet aydının,"araştırmacı gazeteciliğin" nasıl
olduğunu gösteriyordu Cumhuriyet kuşaklarına.
Bugünlerde, kendilerine servis yapılanlarla köşelerde yazı yazıp,
topluma caka satanları gördükçe Uğur Mumcu'nun kaybını daha çok hissediyoruz. Bugünkü
Yeni Türkiye, hiç kuşkusuz, Uğur Mumcu'ların, Abdi İpekçilerin katledilip,
"bağımlı sözde gazeteciler" eli ile yapılan toplum mühendisliği
ile yaratılmıştır.
Oysaki kısa bir süre önce, Uğur Mumcu'nun RABITA TERÖR ÖRGÜTÜ ile ilişkisini ortaya koyduğu Ekmelerdin
İhsan oğlu CHP Genel başkanı istedi diye CHP'nin cumhurbaşkanı adayı yapıldı
ve CHP örgütleri tarafından Türkiye Cumhuriyetinin en tepe noktasına
getirilmeye çalışıldı. Siz Uğur Mumcu'yu unutmamaktan bunu mu anlamıştınız?
RABITA'DA EKMELEDİN İHSANOĞLU
Yazar
Uğur Mumcu’nun, Suudi Arabistan merkezli Rabıta terör örgütünü anlattığı
kitabında, Ekmelerdin İnsanoğlu söyle yer alıyor: Önce fetva sağlanıyor, sonra
da Müslüman yurttaşların paraları İslamcı kuruluşlarda toplanıyor. “İslami
Tekafül Kurumu”na bu fetva “Dünya İslam Birliği” tarafından sağlanmıştır.
“Dünya İslam Birliği”nin İngilizcesi “Müslim World League”dir. Arapçası ise
“Rabıtat-al-Alam-al-İslami.”
Şirketler, dernekler, vakıflar dinsel akımlara mali destek
sağlayan bu üç kanal... Şirketler, Suudi Arabistan kökenli finans kurumları ile
ortaklaşa para kazanıyorlar. Kazanılan paranın bir kısmı siyasal amaçlı dinsel
akımlar için ayrılıyor. SiSuudi kökenli şirketler değil. İranlı işadamlarının
Türk ortaklar ile oluşturdukları şirket sayısında son yıllarda bir sıçrama
görünüyor.
Bu şirketlerin gelirlerinin bir kısmı siyasal amaçlı dinsel
akımlara gidiyor. “İlim Yayma Vakfı” 1973 yılında “İlim Yayma Cemiyeti”
kurucularınca oluşturuluyor. Kurucular, Abdülkadir Çavuşoğlu, Yusuf Türel, H.
Tahsin Uğur, Nazif Celebi ve arkadaşları. Vakfın yönetim kurulunda şu üyeler
görevlendiriliyor: Eymen Topbaş, Sabri Ülker, Rıfat Tandoğan, Osman Kılıç ve
Mehmet Aydın. Yönetim Kurulu Başkanı Eymen Topbaş, Genel Müdür Nahit Rıfkı
Dinçer. Vakfın, 1983 rakamlarına göre sermayesi 533 milyon 315 bin 301 lira.
Bugünkü para ile aşağı yukarı 1 milyar lira.
“İlim
Yayma Cemiyeti” Prof. Salih Tuğ’un da yönetimde görev aldığı bir başka vakıf da
“İslami İlimler Araştırma Vakfı”dır. Bu vakfın Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Ali
Özek’tir. Doç. Dr. Ekmelerdin İhsan oğlu, Prof. Dr. Asal Ataseven de vakfın
yönetim kurulunda görevlidirler.
Görüldüğü
gibi Uğur Mumcu "Türkiye'nin terör sorunu olan PKK ile ilgili kamuoyunun
yeterince bilgi sahibi olmadığını ve gazetecinin görevinin bunu araştırıp
yazmak" olduğunu söylüyor. Yeni
Türkiye'de sözde gazeteciler ne yapıyor?
Türkiye'de PKK terör örgütüne "terör örgütü değil de, sivil
toplum örgütü gibi davranıyor. Emperyalistlerin yanında, Türkiye Cumhuriyetinin
karşısında duruyor. Terör örgütü ile mücadele değil, müzakereye çalışıyor.
İktidarın önünde el pençe duruyor. Bugünkü yeni Türkiye'ye
bakınca Uğur Mumcu'nun neden öldürüldüğünü anlamak mümkün.
UĞUR
MUMCU'NUN ÖLÜME GİDEN YOLDA EN ÖNEMLİ YAZISI...
MOSSAD VE BARZANİ...
Ortadoğu’nun
karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki
MOSSAD-Barzani ilişkisidir. MOSSAD, İsrail’in gizli istihbarat örgütüdür. Bu
örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha
önce kim inanırdı? Barzani’nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu
ilişkiye, “Hayır olmadı” diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da
MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu.
MOSSAD’ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sydney’de yayınlanan
“Israel’s Secret Wars-A History of Israel’s Intelligence Services” adlı kitapta
sergileniyor. Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından
bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan Ian Black ve Washington’daki Brooking
Enstitüsü‘nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış. Kitapta
MOSSAD-Barzani ilişkileri, İsrail Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına
dayanılarak açıklanıyor. Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu
yetkilileri tarafından da incelendiği yazılıyor.

Barzani’nin Irak rejimine karşı ayaklandığı yıllarda,
ABD-İsrail-İran üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyor. Barzani-ABD ilişkileri, ABD
Dışişleri eski bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyor. MOSSAD-Barzani
ilişkileri de İsrail’in Tahran’daki askeri ataşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD
Ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyor. Nimrodi’nin üstlendiği görev
ilginç:
Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani’nin eline geçmesinde rol
oynuyor. (sh. 328-329) Kitapta, MOSSAD’dan Kürtler’e 50 milyon dolar
para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak açıklanıyor. (sh.328)
70’li yıllardaki bu ilişkiler bugün sürüyor mu? Kitaba göre
sürüyor. “Körfez Savaşı” sırasında Irak’ın attığı Scud füzelerinin
Tel-Aviv’e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı. (sh.521) Baba
Molla Mustafa Barzani ile kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor.
MOSSAD, Barzani’ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor.
Kitapta, Mesud Barzani’nin İsrail’e gizlice giderek yardım istediği yazılıyor.
Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek… Gizli
yollarla sürecek, açık yollarla sürecek… İlgi belli… İlişki
de belli… Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı
yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında? Yoksa
CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında
değil mi? Uğur MUMCU Cumhuriyet, 7 Ocak 1993Vurulduk Ey Halkım Unutma bizi.. Binler, her 24
Ocak'ta olduğu gibi bu sözleri tekrarladı.. Gerçek öyle mi?
Uğur Mumcu
unutulmadı ama onun yaptıkları, mücadelesi gerçekten unutulmadı mı? Uğur
Mumcu'nun uğruna canını verdiği cumhuriyeti için yaptığı mücadele
unutulmasaydı, bugün onu anma törenine çıkanlar, her şeyden önce onun uğruna
öldüğü değerleri çiğnerler miydi? Sadece İsimlerin değil,
mücadelelerinin ve temsil ettiği değerlerin unutulmaması dileği ile. Devrim
şehidimizi saygı, minnet ve sevgi ile anıyoruz. Çağdaş Ulusal
Çizgi
Neriman fidan
Haberin etiketleri: Uğur Mumcu
DEMOKRATİK KİTLE ÖRGÜTLERİ BİRLİĞİ
PLATFORMU Genel Başkanı A.Berham ŞAHBUDAK
O halde ne yapmamız gerekir? Her ikisinden kurtulmak için Tam bağımsız ve özgür
bir Türkiye için tekrar bir “Lozan Antlaşması” mı?
18 Ocak 2017 Çarşamba
AKP VE GÜLEN CEMAATİNİN İTTİFAKI!
AKP VE GÜLEN CEMAATİNİN İTTİFAKI!
AKP’ye kadar ilk ve tek ittifak Fethullah Gülen, ittifakı AKP’nin bağrından doğduğu Milli Görüş ile Nurculuğun içinden koparak bağımsız ve geleceğin en güçlü
dini grubu olan Gülen Cemaati arasındaki ilk ittifak 1973 seçimlerinde oldu.
“Milli Görüş’ün kurucusu Erbakan,
siyasete girdiği Milli Nizam Partisi’nin 1971 darbesiyle kapatılmasının ardından Milli Selamet Partisi’yle yoluna devam
ediyordu. MSP’nin siyaset sahnesinde güçlü bir aktör olmaya başlaması, Nur
cemaatinden bağımsızlığını ilan etmek için uygun zaman kollayan küçük bir
grubun lideri olan Gülen için de bir fırsat doğurmuştu. MSP’nin de Nurcuları yanına çekmek istemesiyle
Erbakan ile Gülen arasında bir yakınlaşma başladı”.
Fethullah Gülen, 1973 seçimlerinde çevresindekileri de MSP’ye oy vermesi için yönlendirmesi ikili arasındaki ilk ittifaktı. AKP iktidarına kadar iki yapı arasında gerçekleşen bu tek ittifak döneminde İzmir’i merkez alan ve yakın çevredeki birkaç ilde etkinliği olan Fethullah Gülen de Nurculardan kopuşunu ilan etti. Gülen’in küçük grubu, ittifak kurduğu MSP’nin tüm ülkeye yayılan il ve ilçe teşkilatlarıyla neredeyse köylere kadar ulaşabilmenin yolunu da böylece buldu.
Ancak
MSP’lilikle Gülenci olmanın iç içe geçtiği bu ittifak kısa sürede sonlanırken,
AKP iktidarına kadar da iki grup beraber durmak bir yana aksine birbirlerine
rakip oldular. Gülen, yeterince güçlendiğine inanarak MSP’lilikten kurtulması
gerektiğine karar verdi. Sahip oldukları yurt ve dershanelerin sorumluları,
Cemaat’in çeşitli kurumlarındaki görevler gibi çekirdek kadrolar MSP’li
olanların elinden alınarak Fethullahçı olanlara veriliyordu.
Hep MSP kadrolarının değiştirilmesi dikkat
çekince partililer durumu anladı. Gülen Cemaati içinde, “MSP’lilik-
Fethullahçılık” tartışmaları başladı. Cemaatçiler,
siyaset yerine başka hizmetlerin yaygınlaştırılması gerektiği ve Erbakan gibi
devlete muhalif olarak hizmet edilemeyeceğini söylüyordu. Hatta
aksine, devletten yana durmanın mesafe kat etmekte yardımcı olacağını
savunuyorlardı. Cemaat ve parti için kalan tartışmaları ortalığa döken,
Gülen’in 24 Haziran 1980’de verdiği bir vaazda isim vermeden MSP’yi ve yayın
organı Milli Gazete’yi eleştirmesi oldu. MSP’li gençliğin bir kısmında cüppe ve
sarık giyme modasının yaygınlaştığı o tarihlerde Gülen verdiği vaazda,
“Cüppeyle, sarıkla bu işler olmaz, paçavra gibi bir gazeteyle bu iş yürümez”
deyince tartışmalar ortalığa döküldü.

BUNDAN SONRASINI İSE gazeteci Ahmet Şık’
dan dinleyelim “Gülen cemaatinin ve Milli Görüşle AKP’nin yakınlığını? Emniyet'teki
cemaat yapılanmasıyla ilgili "İmamın ordusu" adlı kitabı yazdığı
sırada tutuklanan ve 375 gün tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılan gazeteci Ahmet Şık, Gülen cemaatinin Milli Görüş ve AKP ile
1970’lerden bugüne uzanan ilişkisini yazdı. Gülen cemaatinin AKP’nin içinden
çıktığı Milli Görüş geleneğiyle tek ittifakını 1973 seçimlerinde yaptığını
yazan Ahmet Şık, iki taraf arasındaki işbirliğinin kısa sürdüğünü ve 12 Eylül
1980 darbesiyle MSP kapatılıp Erbakan da cezaevine gönderilince, Milli Görüş
ile cemaat arasındaki kavganın o dönem için noktalandığını belirti.
‘İttifaktan düşmanlığa:
AKP – Cemaat’
“Yeni Türkiye” denilen garabetin kurucu
güçleri olan AKP ile Gülen Cemaati arasındaki savaş, gündemin tek belirleyici
unsuru. MİT soruşturmasıyla kamusal alana taşan, dershaneler çatışmasıyla
şiddetlenen, yolsuzluk soruşturmalarıyla bir meydan muharebesine dönüşen savaş,
Recep Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen’in söyledikleri ve yaptıklarına
bakılırsa kolay biteceğe de benzemiyor.
Tarafların
her ikisi demokrasi, barış ve temiz toplum için mücadele ettiği
iddiasında. Dini ve etik değerlerin de alet edildiği bu savaşta tarafların
ihtiyaç duyduğu yalanlar, kendilerine gönül verenler nezdinde gerçeklerden daha
çok itibarlı. Ancak yapılan savunmalara kimse aldanmasın. Her ikisi de sistemin
ve toplumun demokratikleşmesini değil, kendi otoritesini hâkim güç kılmak
üzerinden içinde örgütlenmek istedikleri devleti ele geçirmek isteyen güç
odakları. Bu savaş ne demokrasi ve temiz toplum ne de birilerinin iddia ettiği
gibi barış ya da sivilleşme için yaşanıyor. Sadece devletin sahibi kim olacak
diye savaşılıyor.

Gülen, 28 Şubat’ın savunucusu AKP’nin iktidara geldiği 2002
seçimlerine kadar Gülen Cemaati ile Milli Görüş arasında birçok ayrışma yaşandı
İkili arasındaki, günümüze kadar uzanan süreçteki en büyük kırılma 28 Şubat
1997’deki darbe sırasında oldu. Siyasal İslam’ın Türkiye’de legal siyaset
alanında 1990’larda başlayan yükselişiyle işbaşına gelen Tansu Çiller ve
Necmettin Erbakan ortaklığındaki hükümetten memnun olmayan asker 28 Şubat
1997’de bir kez daha sahneye çıktı. Ordunun demokrasi ve siyaseti karanlığa
gömen gölgesiyle “şeriatçılık” adı altında bir cadı avı başlamıştı.
Tıpkı sistemin işine gelmediği herkesin
yakın geçmişte “Ergenekoncu” şimdi de “Paralelci” denilerek fişlenmesine benzer
bir şekilde siyasetçisinden öğretmenine, bürokratından sermaye sahibine kadar
herkes şeriatçı, tarikatçı ya da cemaatçi olmakla suçlanıyor, bu suçlamalarda
yürütülen psikolojik savaş unsurlarıyla destekleniyordu. Türkiye siyasi ve
toplumsal tarihinin yaşadığı fiili son askeri darbe olan 28 Şubat’la birlikte
seçimlerle işbaşına gelen RP hükümetten düşmekle bırakılmayıp kapatılacaktı.
Fethullah
Gülen ve cemaatinin siyasi ve toplumsal alandaki en büyük rakibi bir kez daha
oyun dışına itilecekti. Hem de Fethullah Gülen’in katkılarıyla. Darbenin
Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini hızlandırdığı iddiasındaki Gülene göre 28 Şubat’ta muhtıra verildiğini
söylemek askerin günahına girmekti. Gülen’e göre hükümeti düşüren MGK kararları
tavsiyenameydi. Gülen savunmakla kalmadığı darbeyi meşru kılmak adına Erbakan’a
istifa çağrıları yapmıştı. MGK kararlarını
silah zoruyla dayatanların, Cumhuriyet ve laikliğin en büyük tehdit altında
olduğu bir dönem olduğu için sorumluluk bilinciyle hareket ettiklerini ve masum
olduklarını ifade eden Gülen, darbecilerin sevap alacaklarını bile söylemişti.
Gülen’in bu tutumuyla Milli Görüş’le
arasına kalın bir duvar örülmüş oldu.
ABD ve İsrail’e karşı
yaklaşım farkı

ABD
bombardımanları nedeniyle Irak’ta her gün, aralarında çocuklar ve kadınların da
bulunduğu sivil halktan çok sayıda kişi ölüyordu. Türkiye’deki, geleneksel
olarak anti- Amerikancı ve anti-Siyonist tutum alan İslamcı camia da
tepkiliydi. Ancak Fethullah Gülen yaptığı bir konuşmada, Irak’ın İsrail kentlerine
yönelik füze saldırısında ölen ve yaralanan İsrailli bebeklerin kendisini çok
üzdüğünü belirterek ağladığını söyledi. İslamcı camiadaki Siyonist
düşmanlığının had safhaya çıktığı bir dönemde yapılan bu konuşma büyük tepki
çekti. Dönemin RP’li siyasi aktörlerinden ağır eleştiriler yöneltildi.
Cemaat’in yayın organı Zaman
gazetesi de Gülen’i savunmak için, Irak’ın yanında olduğunu açıklayan
Erbakan’ın, ABD müttefiki olan Suudi Arabistan kralına savaşta başarılar
dileyen mesaj göndermesini haberleştirdi. Zaman gazetesi Erbakan’ı
ikiyüzlülükle suçluyordu. Aslında günümüzde de yansımalarını gördüğümüz bu
farklılık iki hareketin ABD ve İsrail’e karşı tutum alışlarıyla yakından
ilgiliydi. Erbakan ve dolayısıyla Milli Görüş hareketi katı bir “Batı ve Siyonizm
düşmanlığı” içinde kendini var etmişti. Milli Görüş çizgisinin aksine Gülen ve
cemaati ise bu iki güce rağmen bir güç odağı olunamayacağının bilincinde bir
İslami cemaat olarak kendini var kıldı. Yani dünyanın egemen gücü ve tetikçisi
iki gücün gölgesinde ve onların etki alanında büyüyen bir güç olmayı tercih
etti.
Başörtüsündeki
tutumlar

Üniversitelerde başörtüsü yasağı, darbe
sonrasında ilk öğrenci eylemlerinin de nedeniydi. Tüm yurda yayılan
protestolarda aktif olarak yer alan yapı ise İslamcı muhafazakâr tabanın
sorunlarına eğilerek partisinin etki alanını genişletmeye çalışan Erbakan liderliğindeki
Refah Partisi’ydi. Fethullah Gülen ise bir kez daha devletin safında yer almayı
tercih etmişti.
26 Kasım 1989’da İzmir Hisar
Camii’nde verdiği vaazında Gülen, türban gösterilerini eleştiriyordu. Gülen
vaazında, “Türban yürüyüşlerinde yer alan kadınların çoğu çarşafa bürünmüş
erkeklerdir. Diğerleri ise aslında başı açık olup da provokasyon amacıyla
yürüyüşe katılan kadınlardır. Bu
gösterilerin arkasında, dinsizler, komünistler vardır” deyince RP kadroları
için bulunmaz fırsat doğdu. Gülen, başörtüsü gibi hassas bir konuda
da devlet refleksi gösterince, hakkındaki “devlet ajanlığı” iddiaları RP
kadrolarınca bir kez daha dolaşıma sokuldu. Ağır eleştiriler yöneltildi. Ali
Berham ŞAHBUDAK…
DEMOKRATİK KİTLE ÖRGÜTLERİ
BİRLİĞİ
PLATFORMU Genel Başkanı A.Berham ŞAHBUDAK
O halde ne yapmamız gerekir? Her ikisinden kurtulmak için Tam bağımsız ve
özgür bir Türkiye için tekrar bir “Lozan Antlaşması” mı?
12 Ocak 2017 Perşembe
ATATÜRK CUMHURİYETİNDEN “SANA NE LAN” SANA NE?
ATATÜRK CUMHURİYETİNDEN “SANA NE LAN” SANA NE?

Dervişin fikri ne ise zikri o imiş… Bilinçaltı patlaması… Hazret sanki bir kahve
sohbetindeymiş gibi ağzındaki baklayı çıkarıvermişti zaten: “Başkanlık sistemi üniter devlete halel getirmezmiş… Hitler
Almanya’sı da üniter değilmiş… “Hitler’in
çok etkili bir yönetimi var”mış…” O
kadar etkili ki; keskin sirkenin küpünedir zararı misali dünyayı ne hale
getirdiğinden ve sonunun ne olduğundan belli…“Adalete filan gelince bunu başkan
zaten düşünürmüş …”Ne efkârlanıyorsunuz adaleti falan da ben yıllardır
dağıttığım gibi dağıtıveririm filan olur biter demeye getiriyor hazret…
Faşizme tahkiye ile
yılışıkça geçiş süreci: Özetle…“Heil Hitler”, pardon “Selam ün Aleyküm Recep”…

Ve de giderek malum zatın münasip yerinin kılı
olmak ya da zevcesi olmak arzularıyla şahikalara ulaşılarak tamamlanır…
“Ötekiler”
ise seslerini yükseltmeye görsünler; Gezi’den
itibaren yaşandığı gibi ya biçare serçeler gibi kıstırıldıkları köşelerde
öldürülürler ya da palalı, döner bıçaklı uzman magandalarca kovalanıp,
dövülürler…. İnsanlar yargıya verilen direktiflerle yıllarca tutuklanır
gazeteler basılır, gazeteciler tehdit edilir, dövülür, bütün bunların
organizatörü maganda şefi de sarayın makbulü olur. Artık göstermelik
demokrasi tramvayından inerek alaturka başkanlığa geçmek zamanı gelmiştir… Ve de artık
meydanları dolduran kitleler haykırırlar avazları çıktığınca “Selam Recep”… 4 parmak, Rabia…
Haydi, eller havaya… İşin garip ve
inanılmaz tarafı nedir biliyor musunuz?
İnsanlığın ve ülkelerin bu gibi
yüz karası dönemlerinin ardından yıllar geçip kanalizasyonlar patlayıp, bu rejimlerin tüm kepazelikleri ortalığa
iyice saçıldığında o ülkelerin halklarının yanıtı hep aynıdır: “Biz
bunları bilmiyorduk…”Yok öyle yağma beyler… İktidarı
ile muhalefeti ile, üniversiteleriyle demokratik kitle örgütleriyle,
sendikalarıyla, yargısıyla, bürokrasisiyle, aydını, sokaktaki ve camideki
vatandaşı ile hepimiz oradaydık… Hepimiz her şeyi bal
gibi biliyoruz…

Anayasa ve başkanlık bu
sıralama içinde yer alır mı ya da yer alabilmişse kaçıncı sırada yer alır
acaba?
15 yıldır mutlak çoğunlukla
iktidarda olanların ağızlarına jiklet yaptıkları demokrasiden bir nebze
nasibini almış olsalardı, Anayasadan önce milletvekili adaylığının tek seçicilerce
belirlenmesine imkân veren Siyasal Partiler
Yasasını, dünyanın en yüksek barajıyla malul seçim Yasasını değiştirmek
sureti ile çoğulcu parlamenter sistemi sağlıklı biçimde işler hale getirmeleri
gerekmez mi idi? Şu anda durum, vakti zamanında yatırım yapmayıp, akraba-i
talukatla doldurulup, aşırı istihdama tabi tutularak zarar ettirilen KİT’lerin
tu kaka edilip, haraç mezat satmanın tıpkısının aynı… Önce çoğulcu parlamenter sistemi işlemez hale getireceksiniz ki;
kolayca köküne kibrit suyu ekebilesiniz…
Bu meyanda öncelikle ahlaksız
tekliflerle 316 milletvekili sayısını dikta
referandumuna esas 330’a çıkarılmasını yaşıyoruz… Mecliste başarabilirlerse,
referandumda, yani üç vakte kadar dikta değirmenine su taşıyan MHP yönetimi
ve HDP’
nin altının iyice oyulup, ülkenin her tarafının saray mukiminin
bilbordları ile süslendiği günler yaşayacağız… Bu altılı ganyanın
sürprizi yok mu diyorsanız, var tabii… Ama
siyasi muhalefet olarak yasa ve soruşturma önergeleri ile avunan uslu ve mahcup
tavır bir yana bırakılıp, majestelerinin muhalefeti rolüne adım adım soyunmamak
şartı ile…
Gümbür gümbür bir toplumsal
muhalefet yaratmak şartı ile… Ya da bayrağı bunu yaratacak lider ve kadrolara devretmek şartı
ile Ve de “Ey Recep, evet biz asıl sana güvenmiyoruz, senin ikbalin ve
güvenliğin için yapmayacağın şey yok…” deme
cesaretini göstererek..Aksi takdirde maalesef çıkış yok bu karanlık
labirentten… Daha ne diyelim… Atatürk Cumhuriyetinin sonunu, “Sana ne
lan” Tanrı Devletinin miladını yaşlı gözlerle izlemeyi kimselere nasip etmesin
dostlar… Ali Berham ŞAHBUDAK…
9 Ocak 2017 Pazartesi
BİR TOPLUM NEDEN AHLAKLI OLMAK ZORUNDA?
“Ahlaki yaşam özünde insan toplumunun var oluş
tarzına sürekli zihniyet ve özgür irade ile katılım gücünü göstermeyi ifade
eder.” İnsanın kendisini fark ederek, farklı bir tür olarak doğadan ayrışması,
yani insanlaşması, toplumsallığı ve bilinçli emeğiyle olmuştur. Bilinç, insanın
zihniyeti demektir, toplumsallıkla
onun ahlakını oluşturur. Demek ki ahlakın
oluşmasının iki temel koşulu; bilinç ve toplumsallıktır”.
Ahlaka ilişkin,
felsefeciler arasında tartışmalar yoğundur. Halen üzerinde anlaşılmış, mutabık
kalınmış bir tanımı yoktur. Bunun nedeni herkesin kendi penceresinden, kendi
sınıf çıkarlarından bakmasıdır. Bu yüzden, kimine göre bireylerin karakteri;
kimilerine göre bireylerin kendileriyle, çevreleriyle, kurumlarla kurdukları
ilişkileri bağlamında, toplumsallığın oluşum ilkesi; kimine göre de insanın
özgürlüğünü kısıtlayan, engelleyendir. Oysaki ahlak, toplumun
yazılı olmayan, toplum içinde yaşayan insanların birbirleriyle ilişkilerini
düzenleyen; iyi olanla kötü olanın niteliklerini belirleyerek insanların hal,
hareket, tavır ve davranışlarına birtakım ölçütler getiren ilkeler, değerler ve
kurallar bütünüdür.
“Ya da benim yayınlanmış birçok makalemde sürekli
dediği gibi;“ Bir toplumun zora dayanmayan kurallı yaşamı değil onun taşıdığı
ahlak değerlerinin ne olduğudur zora dayanan kurallara hukuk denir hukukla
ahlak arasındaki en temel farklardan birisi de budur”.
Bir
toplumun ahlak ölçüleri, onun gelenekleri ile toplumsal değerlerinin rafine
edilmiş halidir. Ahlak, toplumu ayakta tutan ve va rlığının güvencesi olan bu
değerler sistemidir.Ahlak, toplumsal düzen
kurallarının en kadimi ve toplumsal dokuyla en fazla uyumlu olma özellikleriyle
toplumsal sistemlerin parametresi gibidir. Bir toplumsal sistemin ahlaki
değerlerinin aşılması, o sistemin, ömrünü tamamlamak üzere olduğunu gösterir.
Yeni toplumsal sistemler de ahlaki değerleri kendilerini kanıtladığı oranda
gelişme ve yaygınlaşma eğilimi gösterir.
“Ahlak”
kelimesinin kökeni “huy”, “doğa”, “yaratılıştan olan haslet” anlamları taşıyan,
Arapçadaki “hulk”tan gelmektedir. Latince’de ise, “mores” kökeninden gelir.
Mores sözcüğü, “uzlaşılar”, “pratikler”, “davranış kodları”, “belli bir kişinin
ya da grubun karakteri” gibi anlamları içerir. Ahlak denildiğinde ilk elden
anlaşılması gereken, toplumsal uzlaşmalar sonucu ortaya çıkmış olan doğal
kurallar ve bunların oluşturduğu karakterdir.
Ahlak anlam olarak,
toplumun uyulması gereken kurallar ve bu kuralların gücüdür. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi, bu güç zorla değil, toplumsal varlığın sürdürülmesindeki
hayati rolünden ötürü, gönüllüce yürütülmektedir. Bu yönüyle dinden ayrılır.
Dinden farkı, kutsallık yerine dünyevi ihtiyaçtan kaynaklanmasıdır. Din de,
şüphesiz, dünyevidir. Ama kavramların oluşumu onu kutsallığa daha fazla
büründürür, daha soyut ve törensel yapar. Ahlak ise daha dünyevidir, günlük
yaşamın ihtiyaçlarından doğan gerekli ve pratik kurallardır. Aslında din ve
ahlak birbirine çok yakındır, çoğu zaman birlikte anılır.
Din
toplumların soyutlanmış düşünce ve teorisi iken, ahlak bunun yaşamı ve pratiği
durumundadır.

İnsanın ilk toplumsal
oluşumu klan tarzındadır. Klan tarzında yaşamını örgütledikçe güç olduğunun
farkına varan insan, klanını kutsamaya başlar. Buna bir sembol vererek, bunu
bir inanç haline getirir. Ahlakın ölçütünün toplumsallık olduğu düşünüldüğünde,
toplumsallığıyla klan en ahlaklı toplumdur. Bu konuda Başkan APO şunları
belirtiyor: “…Klan bilincinin sembolü totemdir. Totem belki de ilk soyut
kavramlaştırma düzenidir. Totem dini olarak da değerlendirilen bu düzen ilk
kutsallığı, tabu sistemini de oluşturmaktadır. Klan totemin simgesel değerinde
kendini kutsamaktadır. İlk ahlak kavramına da bu yoldan ulaşmaktadır. Çok iyi
bilincindedir ki, klan topluluğu olmazsa yaşam sürdürülemez. O halde toplumsal
varlıkları kutsaldır ve en yüce değer olarak sembolleştirip tapınılmalıdır.
Din
inancının gücü de bu kaynaktan gelmektedir. Din ilk
toplumsal bilinç hafızası değildir çünkü ahlakla ben insanım diyen canlı
varlıkların bir bütünlüklüdür. Bu bilinçten giderek insanda önce katı bir inanca
doğar buda artık toplum bilinci formunun geliştirilmesi biçiminde inancını ve dini
inancını bu özelliğe göre belirler ve ilk temel hafızası, köklü geleneği ahlakın
da temel kaynağıdır.

Sınıflı topluma
geçişle bu toplumsallık, dolayısıyla ahlak da bozulur. Sınıflı bir renk alır ve
sınıflara göre değişir. Sınıfçı, iktidarcı ve devletçi toplumlara göre ahlak,
ipini koparmışçasına bireyselleşmektir. Toplumsallığı ve onun ahlakını kendi
gelişmesine karşı bir ayak bağı olarak görür. Ve tüm uygulamalarıyla bundan kurtulmaya
çalışır. Bu da beraberinde yeni bir zihniyet ve anlayış yaratır. Ancak, oluşan
yeni zihniyet karşı devrimci bir nitelik taşır. Ahlakla bağını koparmış
zihniyet değersizdir. Toplumun vicdanı olarak ahlak düşünüldüğünde,
toplumsallıktan kopmak vicdansızlaşmaktır.
Sınıflı
toplum tarihi, insanın doğal gelişimini saptırdığından, vicdansızlık ve
ahlaksızlık tarihidir. Yaşanan bunca savaşlar, katliamlar, yok etmeler hep
bundan dolayıdır. Ahlakını totemiyle oluşturan klan toplumu, çevresindeki her
şeyi kendisi gibi canlı ve kutsal gördüğünden, zarar vermeye yönelmemiştir.
İnsanı köleleştirmekten tutalım, doğanın tahrip edilmesine kadar tüm sorunların
kaynağı, toplumun oluşum değerlerine, yani ahlakına yabancılaşmaktır.
Ahlak aslında toplumsal özgürlüğün gelenekselleşmiş
biçimidir. Ahlakı kalmamış birey ve toplumun, özgürlüğü de kalmamıştır.
Ahlaksız toplum bitmiş toplumdur. Köleliğin ahlakından bahsedilebilinir mi? Ya
da köleliğin bu kadar içsel yaşanmasının nedeni bu ahlak yitimi değil mi?
Günümüzde özellikle
anarşistlerin ve postmodernistlerin söyledikleri gibi, ahlak insanın
özgürlüğünü kısıtlamaz, aksine geliştirir. Ya da tersinden söylemek gerekirse:
ahlaktan kopma köleliği getirir ve özgürlüğü öldürür. Yine, görecelilik adına
toplumsal ahlakı reddeden yaklaşımlar da vardır. Elbette ahlak toplumsal bir
şeydir. Toplum değiştikçe ahlak da değişecektir. Yine toplumlara, hatta toplum
içindeki kesimlere göre de ahlak farklılık gösterir. Bu anlamda zamana ve mekana bağlı olduğu, göreceli olduğu gerçeği vardır. Bu yadsınmıyor. Bu,
ahlakın bir yönünü oluşturur. Ancak bir de insanlığın oluşum ilkeleri olan
eşitlik, özgürlük, komünalite, demokrasi vb. yaklaşımlar var. Bunlar
toplumsallaşmanın kök hücreleri olduğundan, bunlarda derinleşme olsa da
değişmeyen değerlerdir bunlar. Ahlakı salt dini ve cinsel yaklaşımlara
indirgeyen anlayışlar da yetersiz yaklaşımlar olup, ahlakın özüyle
uyuşmamaktadır.

Ahlakı, toplumun kendiliğinden varoluş biçimi olarak algılamak
gerekir. Dar geleneksel ahlaktan bahsetmiyorum; toplumun kendini yürütüş
vicdanı, yüreği olarak tanımlıyorum. Vicdanını yitirmiş toplum bitmiş
toplumdur. Kapitalizmin ahlakı en derinden tahrip eden sistem olması
anlamlıdır. Sonul sistem olması onun toplumsal vicdanı tahrip etmesini
anlaşılır kılar. Sömürü ve baskı sisteminin potansiyelini tüketmesinin somut
ifadesi, ahlakın sistemlice tahribi anlamına gelir. O halde kapitalizmle
mücadele zorunlu olarak etik -bilinçli ahlak- çaba gerektirir. Bunsuz mücadele
başından kaybedilmiş mücadeledir…”
Toplumsal ahlakın çok
kıt ve zayıf olması da genel ahlaksızlığın göstergesidir. Ahlakın zayıflaması
zincirinden boşalmış bir bireyciliğe ve toplumsal değerlerin tahribine yol
açar. Son sınıflı toplum olan kapitalizm açısından ahlak ‘enayilikle’ eş
tutulmaktadır. Ahlaki temelini, yani vicdanını yitiren bir toplum ancak kaos
halini ifade eder. Bugün başta Ortadoğu olmak üzere yaşanan kaosun temelinde bu
vardır. Aynı kaos daha da inceltilmiş bir halde Avrupa’da da yaşanmaktadır.
Bunu da en fazla toplumsallığın, toplumsal ilişkilerin zayıflamasında, giderek
yok olmasında görmek mümkündür. Bu da bireycilikle ilgili bir durumdur. Daha
doğrusu Avrupa uygarlığındaki bireycilik, ahlakın zayıf kılınmasıyla birlikte
gelişir. Bu tarz bireysellik ahlakı zorlar.

Reel sosyalistlerin
sonuç alamayarak sistemin mezhebi haline gelmesinde, ahlaka gerekli önemi
vermemesinin payı büyüktü:
“Sistemin muazzam ahlaksızlaştıran gerçeği göz önüne
alınarak topluma gerekli ve yeterli etik ve ahlaki davranışlar, kişilikler ve
kurumlar da temsilini bulmalıdır. Kaosla etik ve ahlaktan yoksun bir
karşılaşma, birey ve toplumun yutulmasıyla sonuçlanabilir.
Ahlak toplumsal
geleneği asla göz ardı etmeden, onunla uyumlu yeni toplum etiğini eklemelidir.
Kaos sürecinde hakim sistem tarafından artık demagojik bir araç durumuna
sokulan siyaset kurum ve araçlarına karşı, toplumun yeniden yapılanması için
gerekli politikalar ve araçlarına özel bir önem vermek gerekir…”
Sınıfçı ve devletçi toplumun tüm kir ve pasını taşıyan
kapitalizm, ahlakın yadsınması üzerinden kendisini sürdürür. Öyleyse buna karşı
mücadele de büyük ahlak mücadelesidir. Demokratik, cinsiyet özgürlükçü ve
ekolojik toplum inşa edilirken ahlak vazgeçilmez ilke ve tutumdur. Bu,
toplumsallığın oluşum ilkesi olan eşitlik, özgürlük ve komünaliteye dönmektir.
TOPLUMU DÖNÜŞTÜRME KARARLILIĞI OLANLARIN ÖZGÜRLÜK AHLAKIYLA BAĞLARINI ASLA
YİTİRMEMELERİ GEREKİR. A. Berham ŞAHBUDAK...
DEMOKRATİK KİTLE ÖRGÜTLERİ
BİRLİĞİ
PLATFORMU Genel Başkanı A.Berham
ŞAHBUDK
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
ERDOĞAN NASIL YÜKSELDİ ? | Siyaset Gündemi - Levent Gültekin / Gazeteci
Yedi Yıl Sonra Gelen Hesaplaşma: Cumhuriyet, Demokrasi ve Siyasi Sorumluluk 2018 yılında, Türkiye'nin yönetim sisteminde yaşanan kritik ...

-
100 YILIN Büyük Ozanı "Aşık Mahsuni Kimdir?... Aşık Mahsuni Şerif 'in ölümünün 18; yıl 100 YILIN büyük ozanı Mahsuni’yi saygı...