30 Ocak 2017 Pazartesi

İNSAN HAKLARININ KORUNMASI

İNSAN HAKLARININ KORUNMASI

İnsanlık insan haklarına kolay ulaşmamıştır.
Daha özgür, daha mutlu bir dünya isteyen insan, haklarına gelebilecek her türlü tehlikeye karşı korunmalıdır. İnsan haklarının korunmaması durumunda, toplumda huzur, güven kalmaz. Devlete güven azalır. Güçlüler güçsüzlerin hak ve özgürlüklerini elinden alır. İnsanlar arasında ayrımcılık artar. Toplum millet ve devlet olma özelliğini yitirir. Başka bir devletin koruması altına girer.

İnsan haklarının korunduğu ülkelerde bireyler, huzurlu ve mutludur. Kendi hak ve özgürlüklerinin gelişmesinin, başkalarının hak ve özgürlüklerine bağlı olduğu bilinciyle herkesin haklarına saygı gösterirler. Böyle toplumlarda bireyler daha üretken ve yaratıcı olurlar. Kişilerin hak ve hürriyetleri anayasada düzenlendiğine göre; bu hak ve hürriyetlerin tanımlanması, açıklanması ve korunması ile ilgili maddelerin bulunması gereklidir.

Anayasa bir devletin kuruluşunu, yapısını, temel organlarının görev ve işleyişlerini, vatandaşların hak ve özgürlüklerini düzenleyen temel yasadır. Anayasaya aykırı yasa çıkarılamaz. Anayasamızda devletin, insan haklarına saygılı olması temel bir ilke olarak ele alınmıştır. İnsan hakları anayasada; temel hak ve ödevler adı altında üç bölüme ayrılmıştır.

Kişi hakları ve ödevleri, sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler, siyasal haklar ve ödevler verilmez mücadele edilerek kazanılır o nedenle Laik Cumhuriyetin Türk Milletine verdiği haklarda gericilere iade edilemez tam aksine bu hakları almak isteyenlerin karşısında dimdik durarak mevcut haklar korunmalıdır.

İnsan haklarını koruma görevi, anayasanın 40. maddesinde açıklandığı gibi devlete verilmiştir. Devlet bu görevini; yasama, yürütme, yargı organları aracılığı ile yerine getirir. İnsan haklarının yalnızca devlet tarafından korunması yetmez. Sivil toplum kuruluşları da insan haklarını koruma konusunda kendilerine düşen görevi yerine getirmelidir.

Vatandaşlarına değer veren, insan haklarına saygı gösteren ülkeler, bu hakların korunup geliştirilmesi için danışma kurulları kurarlar. Hukukçular, düşünürler, politikacılar ve diğer uzmanlardan oluşan bu kurullar, insan hakları ile ilgili sorunları inceleyip, çözüm önerilerini hükümet yetkililerine bildirirler.

İnsan hakları ile ilgili uluslar arası kuruluşların kurulduğu ya da belgelerin kabul edildiği günler, insan haklarıyla ilgili özel günler olarak kabul edilmiştir. Başlıca özel günler; İnsan Hakları Günü, Birleşmiş Milletler Günü, Dünya Çocuk Günü, Çevre Koruma Haftası ve benzeridir.

Ülkeler, kendi sınırları içerisinde milli düzeyde insan haklarını korumuş olsalar bile, uluslar arası düzeyde de korunmasına yardımcı olmaları gerekmektedir. Dünyada bazı ülkeler insan haklarını milli düzeyde bile koruyamaz durumdadır. Böyle bir ülkenin vatandaşları, insan haklarından yoksun olarak yaşamaktadırlar.

Devletler; insan haklarının uluslar arası düzeyde korunması için, çareyi uluslar arası kuruluşlar kurmakta bulmuşlardır. Uluslar arası kuruluşlar, insan hakları konusunda ilke ve kuralları saptayan, böylece ülkelere bu konuda rehberlik eden kuruluşlardır. İnsan haklarını uluslar arası düzeyde korumak için kurulan, uluslar arası kuruluşlara üye olan ülkeler, imzaladıkları protokole uymak zorundadırlar. İnsan haklarını korumada, uluslar arası belgeler önemli bir yere sahiptir.

Bu belgeler; insan haklarını korumakla görevli uluslar arası kuruluşlar tarafından hazırlanır. Üyelerinin onaylarını aldıkları sözleşmeler vardır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bunlardan biridir. Gönüllü kuruluşlar bölgesel olabildikleri gibi evrensel de çalışabilmektedirler.

Demokratik rejimi güçlendiren ve geliştiren en önemli kurum, eğitim kurumudur. Eğitim, demokrasinin yaşamasında en önde gelen faktörlerden birisidir. Demokratik düşünce ve uygulamalar da eğitimin gelişmesinde önem taşımaktadır. Demokrasi ve insan hakları birbirinden ayrılamayan iki önemli gerekliliktir. Demokrasi olmadan insan hakları; insan hakları olmadan da demokrasi olamaz. Demokrat insan olmadan, insan haklarını korumak mümkün değildir.

İnsan haklarına karşı duyarlı vatandaşlar, gördükleri olumsuzlukları, ilgili yerlere bildirerek, eleştiriler yaparak ve kamuoyu oluşturarak gerekli tedbirlerin alınmasına da yardımcı olurlar. Bildiklerini davranışa dönüştürmüş olan çağdaş ihsanlar, çevreye, diğer insan ve canlılara karşı oldukça duyarlıdırlar. Ali Berham ŞAHBUDAK…

24 Ocak 2017 Salı

UĞUR MUMCU NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ?

UĞUR MUMCU NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ?
Uğur Mumcu'nun bombalı bir suikastla öldürülmesinin yıldönümünde, yurdun dört bir yanında anma törenleri düzenlendi. Uğur Mumcu'nun katledilişinden 22 yıl sonra, cinayet hala aydınlatılamadı.
Ölümünün ardından ""İslami Akıncılar Doğuş Örgütü ve PKK" terör örgütleri Mumcu'nun ölündürülmesi olayını üstlenerek "cezalandırdık" açıklaması yapmıştı. Peki, hem İslamcı terör örgütlerinin, hem de PKK'nın tehdit ettiği Uğur Mumcu neden öldürüldü? Terör örgütlerinin Uluslararası bağlantılarını da deşifre eden Uğur Mumcu yoksa bir istihbarat örgütü tarafından mı öldürüldü? Bunu anlamak için Uğur Mumcu'nun son çalışmalarına göz atıyoruz
 Kendi kaleminden UĞUR MUMCU KİMDİR?  
Ben Atatürkçüyüm. Ben Cumhuriyetçiyim. Ben laikim. Ben anti- emperyalistim. Ben bağımsız Türkiye'den yanayım. Ben özgürlükçüyüm. Ben insan hakları savunucusuyum. Ben terörün karşısındayım. Ben, yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Öyleyse vurun, parçalayın! Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar çıkacaktırUĞUR MUMCU
CUMHURİYETİN SESİ. DEVRİM ŞEHİDİ.
Uğur Mumcu hayatını kedisini tarif ettiği antiemperyalist, tam bağımsız, Atatürk Cumhuriyeti değerleri için yaşadı. Ve bu değerler için canını verdi. İslami terör örgütlerinin, anti laik cemaat örgütlenmelerinin üzerine giden Uğur Mumcu, bir cumhuriyet aydının,"araştırmacı gazeteciliğin" nasıl olduğunu gösteriyordu Cumhuriyet kuşaklarına. 
Bugünlerde,  kendilerine servis yapılanlarla köşelerde yazı yazıp, topluma caka satanları gördükçe Uğur Mumcu'nun kaybını daha çok hissediyoruz. Bugünkü Yeni Türkiye, hiç kuşkusuz, Uğur Mumcu'ların, Abdi İpekçilerin katledilip,  "bağımlı sözde gazeteciler" eli ile yapılan toplum mühendisliği ile yaratılmıştır. 
24 Ocak'ta CHP örgütleri yurdun dört bir yanında Uğur Mumcu'yu andılar. 
Oysaki kısa bir süre önce, Uğur Mumcu'nun RABITA  TERÖR ÖRGÜTÜ ile ilişkisini ortaya koyduğu Ekmelerdin İhsan oğlu CHP Genel başkanı istedi diye CHP'nin cumhurbaşkanı adayı yapıldı ve CHP örgütleri tarafından  Türkiye Cumhuriyetinin en tepe noktasına getirilmeye çalışıldı. Siz Uğur Mumcu'yu unutmamaktan bunu mu anlamıştınız?
RABITA'DA EKMELEDİN İHSANOĞLU
Yazar Uğur Mumcu’nun,  Suudi Arabistan merkezli Rabıta terör örgütünü anlattığı kitabında, Ekmelerdin İnsanoğlu söyle yer alıyor: Önce fetva sağlanıyor, sonra da Müslüman yurttaşların paraları İslamcı kuruluşlarda toplanıyor. “İslami Tekafül Kurumu”na bu fetva “Dünya İslam Birliği” tarafından sağlanmıştır. “Dünya İslam Birliği”nin İngilizcesi “Müslim World League”dir. Arapçası ise “Rabıtat-al-Alam-al-İslami.”
Şirketler, dernekler, vakıflar dinsel akımlara mali destek sağlayan bu üç kanal... Şirketler, Suudi Arabistan kökenli finans kurumları ile ortaklaşa para kazanıyorlar. Kazanılan paranın bir kısmı siyasal amaçlı dinsel akımlar için ayrılıyor. SiSuudi kökenli şirketler değil. İranlı işadamlarının Türk ortaklar ile oluşturdukları şirket sayısında son yıllarda bir sıçrama görünüyor.
Bu şirketlerin gelirlerinin bir kısmı  siyasal amaçlı dinsel akımlara gidiyor.  “İlim Yayma Vakfı” 1973 yılında “İlim Yayma Cemiyeti” kurucularınca oluşturuluyor. Kurucular, Abdülkadir Çavuşoğlu, Yusuf Türel, H. Tahsin Uğur, Nazif Celebi ve arkadaşları. Vakfın yönetim kurulunda şu üyeler görevlendiriliyor: Eymen Topbaş, Sabri Ülker, Rıfat Tandoğan, Osman Kılıç ve Mehmet Aydın. Yönetim Kurulu Başkanı Eymen Topbaş, Genel Müdür Nahit Rıfkı Dinçer. Vakfın, 1983 rakamlarına göre sermayesi 533 milyon 315 bin 301 lira. Bugünkü para ile aşağı yukarı 1 milyar lira.
“İlim Yayma Cemiyeti” Prof. Salih Tuğ’un da yönetimde görev aldığı bir başka vakıf da “İslami İlimler Araştırma Vakfı”dır. Bu vakfın Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Ali Özek’tir. Doç. Dr. Ekmelerdin İhsan oğlu, Prof. Dr. Asal Ataseven de vakfın yönetim kurulunda görevlidirler. 
UĞUR MUMCU'NUN SON ÇALIŞMALARI PKK VE İLİŞKİLERİ ÜZERİNE.
Görüldüğü gibi Uğur Mumcu "Türkiye'nin terör sorunu olan PKK ile ilgili kamuoyunun yeterince bilgi sahibi olmadığını ve gazetecinin görevinin bunu araştırıp yazmak" olduğunu söylüyor.  Yeni Türkiye'de  sözde gazeteciler ne yapıyor? 
Türkiye'de PKK terör örgütüne "terör örgütü değil de, sivil toplum örgütü gibi davranıyor. Emperyalistlerin yanında, Türkiye Cumhuriyetinin karşısında duruyor. Terör örgütü ile mücadele değil, müzakereye çalışıyor. İktidarın önünde el pençe duruyor. Bugünkü yeni Türkiye'ye  bakınca Uğur Mumcu'nun neden öldürüldüğünü anlamak mümkün. 




UĞUR MUMCU'NUN ÖLÜME GİDEN YOLDA EN ÖNEMLİ YAZISI...
MOSSAD VE BARZANİ...
Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir. MOSSAD, İsrail’in gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı? Barzani’nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, “Hayır olmadı” diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu.
MOSSAD’ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sydney’de yayınlanan “Israel’s Secret Wars-A History of Israel’s Intelligence Services” adlı kitapta sergileniyor.Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan Ian Black ve Washington’daki Brooking Enstitüsü‘nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış.Kitapta MOSSAD-Barzani ilişkileri, İsrail Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor.Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkilileri tarafından da incelendiği yazılıyor.
Kitapta 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra, MOSSAD’ın Kürtlerle ilişki kurduğu (sh.327), Mısırlı ünlü gazeteci Hasan el-Heykel’in İsrailli subayların Kürtler aracılığıyla Irak’tan radyo bağlantıları kurduğunu 1971 yılında açıkladığı anlatılıyor.1969 yılı Mart ayında Kerkük petrollerine yapılan saldırının da İsrail tarafından yapıldığı açıklanıyor. 1972 yılında imzalanan Sovyet-Irak Dostluk Antlaşması’ndan sonra İran Şahı ABD Başkanı Nixon ile gizli görüşme yapıyor; bu gizli görüşmeden sonra CIA tarafından “Kürdistan Demokratik Partisi”ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderiliyor.
Barzani’nin Irak rejimine karşı ayaklandığı yıllarda, ABD-İsrail-İran üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyor. Barzani-ABD ilişkileri, ABD Dışişleri eski bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyor.MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail’in Tahran’daki askeri ataşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD Ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyor.Nimrodi’nin üstlendiği görev ilginç:
Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani’nin eline geçmesinde rol oynuyor. (sh. 328-329) Kitapta, MOSSAD’dan Kürtler’e 50 milyon dolar para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak açıklanıyor. (sh.328)
70’li yıllardaki bu ilişkiler bugün sürüyor mu? Kitaba göre sürüyor.“Körfez Savaşı” sırasında Irak’ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv’e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı. (sh.521)Baba Molla Mustafa Barzani ile kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor. MOSSAD, Barzani’ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor. Kitapta, Mesud Barzani’nin İsrail’e gizlice giderek yardım istediği yazılıyor.
Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek…Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek…İlgi belli…İlişki de belli…Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında?Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?Uğur MUMCU Cumhuriyet, 7 Ocak 1993Vurulduk Ey Halkım Unutma bizi.. Binler, her 24 Ocak'ta olduğu gibi bu sözleri tekrarladı.. Gerçek öyle mi? 
Uğur Mumcu unutulmadı ama onun yaptıkları, mücadelesi gerçekten unutulmadı mı? Uğur Mumcu'nun uğruna canını verdiği cumhuriyeti için yaptığı mücadele unutulmasaydı, bugün onu anma törenine çıkanlar, her şeyden önce onun uğruna öldüğü değerleri çiğnerler miydi? Sadece İsimlerin değil, mücadelelerinin ve temsil ettiği değerlerin unutulmaması dileği ile. Devrim şehidimizi saygı, minnet ve sevgi ile anıyoruz. Çağdaş Ulusal Çizgi Neriman fidan Haberin etiketleri: Uğur Mumcu

                                                                                                                     DEMOKRATİK KİTLE ÖRGÜTLERİ BİRLİĞİ                                                                                                                                                                                                                      
                                                                                                                                                               PLATFORMU Genel Başkanı A.Berham ŞAHBUDAK

O halde ne yapmamız gerekir?  Her ikisinden kurtulmak için Tam bağımsız ve özgür bir Türkiye için tekrar bir “Lozan Antlaşması” mı?  


18 Ocak 2017 Çarşamba

AKP VE GÜLEN CEMAATİNİN İTTİFAKI!

AKP VE GÜLEN CEMAATİNİN İTTİFAKI!

AKP’ye kadar ilk ve tek ittifak Fethullah Gülen, ittifakı AKP’nin bağrından doğduğu Milli Görüş ile Nurculuğun içinden koparak bağımsız ve geleceğin en güçlü dini grubu olan Gülen Cemaati arasındaki ilk ittifak 1973 seçimlerinde oldu.

“Milli Görüş’ün kurucusu Erbakan, siyasete girdiği Milli Nizam Partisi’nin 1971 darbesiyle kapatılmasının ardından Milli Selamet Partisi’yle yoluna devam ediyordu. MSP’nin siyaset sahnesinde güçlü bir aktör olmaya başlaması, Nur cemaatinden bağımsızlığını ilan etmek için uygun zaman kollayan küçük bir grubun lideri olan Gülen için de bir fırsat doğurmuştu.  MSP’nin de Nurcuları yanına çekmek istemesiyle Erbakan ile Gülen arasında bir yakınlaşma başladı”.

 Fethullah Gülen, 1973 seçimlerinde çevresindekileri de MSP’ye oy vermesi için yönlendirmesi ikili arasındaki ilk ittifaktı. AKP iktidarına kadar iki yapı arasında gerçekleşen bu tek ittifak döneminde İzmir’i merkez alan ve yakın çevredeki birkaç ilde etkinliği olan Fethullah Gülen de Nurculardan kopuşunu ilan etti. Gülen’in küçük grubu, ittifak kurduğu MSP’nin tüm ülkeye yayılan il ve ilçe teşkilatlarıyla neredeyse köylere kadar ulaşabilmenin yolunu da böylece buldu.

Ancak MSP’lilikle Gülenci olmanın iç içe geçtiği bu ittifak kısa sürede sonlanırken, AKP iktidarına kadar da iki grup beraber durmak bir yana aksine birbirlerine rakip oldular. Gülen, yeterince güçlendiğine inanarak MSP’lilikten kurtulması gerektiğine karar verdi. Sahip oldukları yurt ve dershanelerin sorumluları, Cemaat’in çeşitli kurumlarındaki görevler gibi çekirdek kadrolar MSP’li olanların elinden alınarak Fethullahçı olanlara veriliyordu.

Hep MSP kadrolarının değiştirilmesi dikkat çekince partililer durumu anladı. Gülen Cemaati içinde, “MSP’lilik- Fethullahçılık” tartışmaları başladı.  Cemaatçiler, siyaset yerine başka hizmetlerin yaygınlaştırılması gerektiği ve Erbakan gibi devlete muhalif olarak hizmet edilemeyeceğini söylüyordu. Hatta aksine, devletten yana durmanın mesafe kat etmekte yardımcı olacağını savunuyorlardı. Cemaat ve parti için kalan tartışmaları ortalığa döken, Gülen’in 24 Haziran 1980’de verdiği bir vaazda isim vermeden MSP’yi ve yayın organı Milli Gazete’yi eleştirmesi oldu. MSP’li gençliğin bir kısmında cüppe ve sarık giyme modasının yaygınlaştığı o tarihlerde Gülen verdiği vaazda, “Cüppeyle, sarıkla bu işler olmaz, paçavra gibi bir gazeteyle bu iş yürümez” deyince tartışmalar ortalığa döküldü.

Gülen’in bu sözleri, özellikle kırsal kesimdekiler başta olmak üzere çoğunluğu MSP’lilikten henüz kopmamış olan cemaat içinde büyük tepki çekti. Söz konusu vaazın olduğu kaset hemen piyasadan çekilerek imha edildi. Fethullahçılarla MSP’lilerin ilk gerginliği olan bu olayda cemaatçiler partililerin öfkesi yatışsın diye yanlış anlaşıldıklarını söyleyip sessiz kalmayı tercih etse de büyük bir kopuş yaşandı. Kısa süre sonra gelecek olan 12 Eylül 1980 darbesiyle MSP kapatılıp Erbakan da cezaevine gönderilince, Gülencilerle yaşanan kavga o dönem için noktalandı. Darbeyle birlikte Gülen için de İslamcı camianın en kitlesel grubuna dönüşen ve lidersiz kalan MSP tabanıyla bölünmeler yaşayan diğer cemaat ve tarikatları hareketinin içine çekmenin de yolu açılmış oldu.

BUNDAN SONRASINI İSE  gazeteci Ahmet Şık’ dan dinleyelim  “Gülen cemaatinin ve Milli Görüşle AKP’nin yakınlığını? Emniyet'teki cemaat yapılanmasıyla ilgili "İmamın ordusu" adlı kitabı yazdığı sırada tutuklanan ve 375 gün tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılan gazeteci Ahmet Şık, Gülen cemaatinin Milli Görüş ve AKP ile 1970’lerden bugüne uzanan ilişkisini yazdı. Gülen cemaatinin AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş geleneğiyle tek ittifakını 1973 seçimlerinde yaptığını yazan Ahmet Şık, iki taraf arasındaki işbirliğinin kısa sürdüğünü ve 12 Eylül 1980 darbesiyle MSP kapatılıp Erbakan da cezaevine gönderilince, Milli Görüş ile cemaat arasındaki kavganın o dönem için noktalandığını belirti.

‘İttifaktan düşmanlığa: AKP – Cemaat’

“Yeni Türkiye” denilen garabetin kurucu güçleri olan AKP ile Gülen Cemaati arasındaki savaş, gündemin tek belirleyici unsuru. MİT soruşturmasıyla kamusal alana taşan, dershaneler çatışmasıyla şiddetlenen, yolsuzluk soruşturmalarıyla bir meydan muharebesine dönüşen savaş, Recep Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen’in söyledikleri ve yaptıklarına bakılırsa kolay biteceğe de benzemiyor.

Tarafların her ikisi  demokrasi, barış ve temiz toplum için mücadele ettiği iddiasında. Dini ve etik değerlerin de alet edildiği bu savaşta tarafların ihtiyaç duyduğu yalanlar, kendilerine gönül verenler nezdinde gerçeklerden daha çok itibarlı. Ancak yapılan savunmalara kimse aldanmasın. Her ikisi de sistemin ve toplumun demokratikleşmesini değil, kendi otoritesini hâkim güç kılmak üzerinden içinde örgütlenmek istedikleri devleti ele geçirmek isteyen güç odakları. Bu savaş ne demokrasi ve temiz toplum ne de birilerinin iddia ettiği gibi barış ya da sivilleşme için yaşanıyor. Sadece devletin sahibi kim olacak diye savaşılıyor.

 Ancak bu savaşı bugün yaşananlara bakarak okumak hatalı.  Çünkü ikili arasındaki ittifakın da husumetin de geçmişi hayli eskiye, 1970’lere dek uzanıyor. Bu husumetin en önemli nedeni ise Fethullah Gülen ve cemaatinin her zaman hâkim otoriteden, devletten yana saf durmayı düstur edinmesiydi. Geçmişin devlet iktidarı Necmettin Erbakan ve Milli Görüş Hareketini İslam’da radikalleşmenin temsilcisi olarak görüyordu. İşte bu radikalleşmenin karşısına çıkarılan ılımlı İslam’ın temsilcisi konumundaki Gülen ve cemaati adeta Milli Görüş’ten korkanların panzehiri olarak sunuldu. Başka bir deyişle Fethullah Gülen kendisine biçilen rolü ve verilen görevi bile isteye kabul etti. 

Gülen, 28 Şubat’ın savunucusu AKP’nin iktidara geldiği 2002 seçimlerine kadar Gülen Cemaati ile Milli Görüş arasında birçok ayrışma yaşandı İkili arasındaki, günümüze kadar uzanan süreçteki en büyük kırılma 28 Şubat 1997’deki darbe sırasında oldu. Siyasal İslam’ın Türkiye’de legal siyaset alanında 1990’larda başlayan yükselişiyle işbaşına gelen Tansu Çiller ve Necmettin Erbakan ortaklığındaki hükümetten memnun olmayan asker 28 Şubat 1997’de bir kez daha sahneye çıktı. Ordunun demokrasi ve siyaseti karanlığa gömen gölgesiyle “şeriatçılık” adı altında bir cadı avı başlamıştı.

Tıpkı sistemin işine gelmediği herkesin yakın geçmişte “Ergenekoncu” şimdi de “Paralelci” denilerek fişlenmesine benzer bir şekilde siyasetçisinden öğretmenine, bürokratından sermaye sahibine kadar herkes şeriatçı, tarikatçı ya da cemaatçi olmakla suçlanıyor, bu suçlamalarda yürütülen psikolojik savaş unsurlarıyla destekleniyordu. Türkiye siyasi ve toplumsal tarihinin yaşadığı fiili son askeri darbe olan 28 Şubat’la birlikte seçimlerle işbaşına gelen RP hükümetten düşmekle bırakılmayıp kapatılacaktı.

Fethullah Gülen ve cemaatinin siyasi ve toplumsal alandaki en büyük rakibi bir kez daha oyun dışına itilecekti. Hem de Fethullah Gülen’in katkılarıyla. Darbenin Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini hızlandırdığı iddiasındaki Gülene göre 28 Şubat’ta muhtıra verildiğini söylemek askerin günahına girmekti. Gülen’e göre hükümeti düşüren MGK kararları tavsiyenameydi. Gülen savunmakla kalmadığı darbeyi meşru kılmak adına Erbakan’a istifa çağrıları yapmıştı.  MGK kararlarını silah zoruyla dayatanların, Cumhuriyet ve laikliğin en büyük tehdit altında olduğu bir dönem olduğu için sorumluluk bilinciyle hareket ettiklerini ve masum olduklarını ifade eden Gülen, darbecilerin sevap alacaklarını bile söylemişti. Gülen’in bu tutumuyla Milli Görüş’le arasına kalın bir duvar örülmüş oldu.

ABD ve İsrail’e karşı yaklaşım farkı

İkiliyi karşı karşıya getiren bir diğer olay ise ABD’nin 1991 Körfez Savaşı sırasında Irak’a saldırması sırasında oldu.
ABD bombardımanları nedeniyle Irak’ta her gün, aralarında çocuklar ve kadınların da bulunduğu sivil halktan çok sayıda kişi ölüyordu. Türkiye’deki, geleneksel olarak anti- Amerikancı ve anti-Siyonist tutum alan İslamcı camia da tepkiliydi. Ancak Fethullah Gülen yaptığı bir konuşmada, Irak’ın İsrail kentlerine yönelik füze saldırısında ölen ve yaralanan İsrailli bebeklerin kendisini çok üzdüğünü belirterek ağladığını söyledi. İslamcı camiadaki Siyonist düşmanlığının had safhaya çıktığı bir dönemde yapılan bu konuşma büyük tepki çekti. Dönemin RP’li siyasi aktörlerinden ağır eleştiriler yöneltildi.

Cemaat’in yayın organı Zaman gazetesi de Gülen’i savunmak için, Irak’ın yanında olduğunu açıklayan Erbakan’ın, ABD müttefiki olan Suudi Arabistan kralına savaşta başarılar dileyen mesaj göndermesini haberleştirdi. Zaman gazetesi Erbakan’ı ikiyüzlülükle suçluyordu. Aslında günümüzde de yansımalarını gördüğümüz bu farklılık iki hareketin ABD ve İsrail’e karşı tutum alışlarıyla yakından ilgiliydi. Erbakan ve dolayısıyla Milli Görüş hareketi katı bir “Batı ve Siyonizm düşmanlığı” içinde kendini var etmişti. Milli Görüş çizgisinin aksine Gülen ve cemaati ise bu iki güce rağmen bir güç odağı olunamayacağının bilincinde bir İslami cemaat olarak kendini var kıldı. Yani dünyanın egemen gücü ve tetikçisi iki gücün gölgesinde ve onların etki alanında büyüyen bir güç olmayı tercih etti.

Başörtüsündeki tutumlar

Cuntacıların, darbe öncesinin siyasi liderlerini beş ve 10 yıl sürelerle siyasetten yasaklayan halkoylamasında da hem Gülen hem de İslamcı camianın büyük çoğunluğu cuntanın yanında yer aldı. Ancak İslami camianın iki büyük hareketi olarak aynı tabanı hedef kitle seçen Milli Görüş hareketi ve Gülen Cemaati’ni 1980 darbesi sonrasında bir kez daha karşı karşıya getiren ilk somut olay ise başörtüsü sorunu yüzünden oldu.

Üniversitelerde başörtüsü yasağı, darbe sonrasında ilk öğrenci eylemlerinin de nedeniydi. Tüm yurda yayılan protestolarda aktif olarak yer alan yapı ise İslamcı muhafazakâr tabanın sorunlarına eğilerek partisinin etki alanını genişletmeye çalışan Erbakan liderliğindeki Refah Partisi’ydi. Fethullah Gülen ise bir kez daha devletin safında yer almayı tercih etmişti.

26 Kasım 1989’da İzmir Hisar Camii’nde verdiği vaazında Gülen, türban gösterilerini eleştiriyordu. Gülen vaazında, “Türban yürüyüşlerinde yer alan kadınların çoğu çarşafa bürünmüş erkeklerdir. Diğerleri ise aslında başı açık olup da provokasyon amacıyla yürüyüşe katılan kadınlardır. Bu gösterilerin arkasında, dinsizler, komünistler vardır” deyince RP kadroları için bulunmaz fırsat doğdu.  Gülen, başörtüsü gibi hassas bir konuda da devlet refleksi gösterince, hakkındaki “devlet ajanlığı” iddiaları RP kadrolarınca bir kez daha dolaşıma sokuldu. Ağır eleştiriler yöneltildi. Ali Berham ŞAHBUDAK…

                                                                                                                                               DEMOKRATİK KİTLE ÖRGÜTLERİ BİRLİĞİ                                                                                                                                                                                                                      
                                                                                                                                                               PLATFORMU Genel Başkanı A.Berham ŞAHBUDAK

O halde ne yapmamız gerekir?  Her ikisinden kurtulmak için Tam bağımsız ve özgür bir Türkiye için tekrar bir “Lozan Antlaşması” mı?  

12 Ocak 2017 Perşembe

ATATÜRK CUMHURİYETİNDEN “SANA NE LAN” SANA NE?

ATATÜRK CUMHURİYETİNDEN “SANA NE LAN” SANA NE?

Anayasa oylamalarında, Tanrı korusun değişikliğin gerçekleşmesi halinde girilecek dönemin jargonu belli oldu:”Sana ne lan”  "Sana ne lan, meclisi feshediyorum…"" Sana ne lan, vergi oranlarını yüzde yüz artırdım…"“Sana ne lan, Patagonya’ya savaş açtım…”"Sana ne lan, sana mı soracağım…" 7 Haziran, can havliyle üzerilerindeki soru işaretleri hala yanıtlanmamış terör ve katliamlarla 1Kasıma dönüştürülürken perşembenin gelişi çarşambadan belli idi zaten…  

Dervişin fikri ne ise zikri o imiş… Bilinçaltı patlaması… Hazret sanki bir kahve sohbetindeymiş gibi ağzındaki baklayı çıkarıvermişti zaten:  “Başkanlık sistemi üniter devlete halel getirmezmiş… Hitler Almanya’sı da üniter değilmiş… Hitler’in çok etkili bir yönetimi var”mış…” O kadar etkili ki; keskin sirkenin küpünedir zararı misali dünyayı ne hale getirdiğinden ve sonunun ne olduğundan belli…“Adalete filan gelince bunu başkan zaten düşünürmüş …”Ne efkârlanıyorsunuz  adaleti falan da ben yıllardır dağıttığım gibi dağıtıveririm filan olur biter demeye getiriyor hazret…

Faşizme tahkiye ile yılışıkça geçiş süreci: Özetle…“Heil Hitler”, pardon “Selam ün Aleyküm Recep”… 
Bizde faşizm Germen ırkçı faşizmi gibi sert üslupla, SS, SA’lar, kitlelerin esas duruşta Führer’e doğru uzatılmış elleri ile “Heil Hitler” diye bağırtılmasıyla falan olmazÜmmetçi pardon mezhepçi faşizme geçiş,;*Fıtratı icabı aşama aşama yıvışarak, yılışarak, takiyyeler yaparak, sağa sola sahte gülücükler dağıtırken bildiğini okuyarak, *Yargı başta olmak üzere tüm kurumların köküne kibrit suyu ekilerek, İktidarın sürdürülmesi için her türlü melanet, yolsuzluk, hırsızlık, uğursuzluk bizzat halkın önemli bir bölümüne mubah ve caiz gösterilerek

 Ve de giderek malum zatın münasip yerinin kılı olmak ya da zevcesi olmak arzularıyla şahikalara ulaşılarak tamamlanır…

“Ötekiler” ise seslerini yükseltmeye görsünler; Gezi’den itibaren yaşandığı gibi ya biçare serçeler gibi kıstırıldıkları köşelerde öldürülürler  ya da palalı, döner bıçaklı uzman magandalarca kovalanıp, dövülürler…. İnsanlar yargıya verilen direktiflerle yıllarca tutuklanır gazeteler basılır, gazeteciler tehdit edilir, dövülür, bütün bunların organizatörü maganda şefi de sarayın makbulü olur. Artık göstermelik demokrasi tramvayından inerek alaturka başkanlığa geçmek zamanı gelmiştir…  Ve de artık meydanları dolduran kitleler haykırırlar avazları çıktığınca “Selam Recep”… 4 parmak, RabiaHaydi, eller havaya… İşin garip ve inanılmaz tarafı nedir biliyor musunuz?

 İnsanlığın ve ülkelerin bu gibi yüz karası dönemlerinin ardından yıllar geçip kanalizasyonlar patlayıp, bu rejimlerin tüm kepazelikleri ortalığa iyice saçıldığında o ülkelerin halklarının yanıtı hep aynıdır:  “Biz bunları bilmiyorduk…”Yok öyle yağma beyler…  İktidarı ile muhalefeti ile, üniversiteleriyle demokratik kitle örgütleriyle, sendikalarıyla, yargısıyla, bürokrasisiyle, aydını, sokaktaki ve camideki vatandaşı ile hepimiz oradaydık… Hepimiz her şeyi bal gibi biliyoruz

 “Oyun”un figüranı olmamak… 2017 yılına hızla tırmanan dolar, enflasyon ve işsizlik, aşırı zamlar, sağanak gibi artan vergiler ile girerken önümüze konulmaya çalışılan anayasa ve başkanlık meselesi… Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler gibi bir şey… Ancak pasta hep onlara nasip oluyor nedense… Şu anda ne anayasa ne de başkanlık vatandaşın umurunda değil… Ne kadar yandaş olursa olsun vatandaşın sıkıntısı ailesinin karnının doyurulması,  çocuklarının eğitimi ve iş bulabilmesi, yâd ellerde kör ya da kahpe kurşunlarla heder olmaması…  Ciddi bir araştırma kurumu,  ülkenin dağ gibi yığılan iç ve dış sorunları arasında halkın öncelik sırasını ortaya koyan bir araştırma yapsa ne iyi olur değil mi?

Anayasa ve başkanlık bu sıralama içinde yer alır mı ya da yer alabilmişse kaçıncı sırada yer alır acaba?  

15 yıldır mutlak çoğunlukla  iktidarda olanların ağızlarına jiklet yaptıkları demokrasiden bir nebze nasibini almış olsalardı, Anayasadan önce milletvekili adaylığının tek seçicilerce belirlenmesine imkân veren Siyasal Partiler Yasasını, dünyanın en yüksek barajıyla malul seçim Yasasını değiştirmek sureti ile çoğulcu parlamenter sistemi sağlıklı biçimde işler hale getirmeleri gerekmez mi idi? Şu anda durum, vakti zamanında yatırım yapmayıp, akraba-i talukatla doldurulup, aşırı istihdama tabi tutularak zarar ettirilen KİT’lerin tu kaka edilip, haraç mezat satmanın tıpkısının aynı… Önce çoğulcu parlamenter sistemi işlemez hale getireceksiniz ki; kolayca köküne kibrit suyu ekebilesiniz…  
 
Bu meyanda öncelikle ahlaksız tekliflerle 316 milletvekili sayısını dikta referandumuna esas 330’a çıkarılmasını  yaşıyoruz… Mecliste başarabilirlerse, referandumda, yani üç vakte kadar  dikta değirmenine su taşıyan MHP yönetimi ve HDP nin altının iyice oyulup, ülkenin her tarafının saray mukiminin  bilbordları ile süslendiği günler yaşayacağız… Bu altılı ganyanın sürprizi yok mu diyorsanız, var tabii… Ama siyasi muhalefet olarak yasa ve soruşturma önergeleri ile avunan uslu ve mahcup tavır bir yana bırakılıp, majestelerinin muhalefeti rolüne adım adım soyunmamak şartı ile… 


Gümbür gümbür bir toplumsal muhalefet yaratmak şartı ile… Ya da bayrağı bunu yaratacak lider ve kadrolara devretmek şartı ile  Ve de “Ey Recep, evet biz asıl sana güvenmiyoruz, senin ikbalin ve güvenliğin için yapmayacağın şey yok…”  deme cesaretini göstererek..Aksi takdirde maalesef çıkış yok bu karanlık labirentten…  Daha ne diyelim…  Atatürk Cumhuriyetinin sonunu, “Sana ne lan” Tanrı Devletinin miladını yaşlı gözlerle izlemeyi kimselere nasip etmesin dostlar…  Ali Berham ŞAHBUDAK…

9 Ocak 2017 Pazartesi

BİR TOPLUM NEDEN AHLAKLI OLMAK ZORUNDA?

BİR TOPLUM NEDEN AHLAKLI OLMAK ZORUNDA?

 “Ahlaki yaşam özünde insan toplumunun var oluş tarzına sürekli zihniyet ve özgür irade ile katılım gücünü göstermeyi ifade eder.” İnsanın kendisini fark ederek, farklı bir tür olarak doğadan ayrışması, yani insanlaşması, toplumsallığı ve bilinçli emeğiyle olmuştur. Bilinç, insanın zihniyeti demektir, toplumsallıkla 
onun ahlakını oluşturur. Demek ki ahlakın oluşmasının iki temel koşulu; bilinç ve toplumsallıktır”. 


Ahlaka ilişkin, felsefeciler arasında tartışmalar yoğundur. Halen üzerinde anlaşılmış, mutabık kalınmış bir tanımı yoktur. Bunun nedeni herkesin kendi penceresinden, kendi sınıf çıkarlarından bakmasıdır. Bu yüzden, kimine göre bireylerin karakteri; kimilerine göre bireylerin kendileriyle, çevreleriyle, kurumlarla kurdukları ilişkileri bağlamında, toplumsallığın oluşum ilkesi; kimine göre de insanın özgürlüğünü kısıtlayan, engelleyendirOysaki ahlak, toplumun yazılı olmayan, toplum içinde yaşayan insanların birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen; iyi olanla kötü olanın niteliklerini belirleyerek insanların hal, hareket, tavır ve davranışlarına birtakım ölçütler getiren ilkeler, değerler ve kurallar bütünüdür

Ya da benim yayınlanmış birçok makalemde sürekli dediği gibi;“ Bir toplumun zora dayanmayan kurallı yaşamı değil onun taşıdığı ahlak değerlerinin ne olduğudur zora dayanan kurallara hukuk denir hukukla ahlak arasındaki en temel farklardan birisi de budur”. 

Bir toplumun ahlak ölçüleri, onun gelenekleri ile toplumsal değerlerinin rafine edilmiş halidir. Ahlak, toplumu ayakta tutan ve va rlığının güvencesi olan bu değerler sistemidir.Ahlak, toplumsal düzen kurallarının en kadimi ve toplumsal dokuyla en fazla uyumlu olma özellikleriyle toplumsal sistemlerin parametresi gibidir. Bir toplumsal sistemin ahlaki değerlerinin aşılması, o sistemin, ömrünü tamamlamak üzere olduğunu gösterir. Yeni toplumsal sistemler de ahlaki değerleri kendilerini kanıtladığı oranda gelişme ve yaygınlaşma eğilimi gösterir.  

“Ahlak” kelimesinin kökeni “huy”, “doğa”, “yaratılıştan olan haslet” anlamları taşıyan, Arapçadaki “hulk”tan gelmektedir. Latince’de ise, “mores” kökeninden gelir. Mores sözcüğü, “uzlaşılar”, “pratikler”, “davranış kodları”, “belli bir kişinin ya da grubun karakteri” gibi anlamları içerir. Ahlak denildiğinde ilk elden anlaşılması gereken, toplumsal uzlaşmalar sonucu ortaya çıkmış olan doğal kurallar ve bunların oluşturduğu karakterdir.

Ahlak anlam olarak, toplumun uyulması gereken kurallar ve bu kuralların gücüdür. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu güç zorla değil, toplumsal varlığın sürdürülmesindeki hayati rolünden ötürü, gönüllüce yürütülmektedir. Bu yönüyle dinden ayrılır. Dinden farkı, kutsallık yerine dünyevi ihtiyaçtan kaynaklanmasıdır. Din de, şüphesiz, dünyevidir. Ama kavramların oluşumu onu kutsallığa daha fazla büründürür, daha soyut ve törensel yapar. Ahlak ise daha dünyevidir, günlük yaşamın ihtiyaçlarından doğan gerekli ve pratik kurallardır. Aslında din ve ahlak birbirine çok yakındır, çoğu zaman birlikte anılır.
Din toplumların soyutlanmış düşünce ve teorisi iken, ahlak bunun yaşamı ve pratiği durumundadır.

“Ahlaki yaşam özünde insan toplumunun var oluş tarzına sürekli zihniyet ve özgür irade ile katılım gücünü göstermeyi ifade eder.” İnsanın kendisini fark ederek, farklı bir tür olarak doğadan ayrışması, yani insanlaşması, toplumsallığı ve bilinçli emeğiyle olmuştur. Bilinç, insanın zihniyeti demektir, toplumsallıksa onun ahlakını oluşturur. Demek ki ahlakın oluşmasının iki temel koşulu; bilinç ve toplumsallıktır. Bunlar gelişmemişse ahlak da gelişmemiştir. Ya da bilinci ve toplumsallığı gelişkin toplumlar, ahlakı gelişkin toplumlardır. İnsanın ilk toplumsallaşması, eşitlikçi, komünal ve demokratik tarzdadır. Ahlak bunları birbirine bağlayan harç gibidir. Harcı iyi olmayan veya yetersiz olan bir duvarın uzun ömürlü olamayacağı nasıl gerçekse, ahlakı iyi karılmamış toplumsal yapı da uzun süre dayanamaz.

İnsanın ilk toplumsal oluşumu klan tarzındadır. Klan tarzında yaşamını örgütledikçe güç olduğunun farkına varan insan, klanını kutsamaya başlar. Buna bir sembol vererek, bunu bir inanç haline getirir. Ahlakın ölçütünün toplumsallık olduğu düşünüldüğünde, toplumsallığıyla klan en ahlaklı toplumdur. Bu konuda Başkan APO şunları belirtiyor: “…Klan bilincinin sembolü totemdir. Totem belki de ilk soyut kavramlaştırma düzenidir. Totem dini olarak da değerlendirilen bu düzen ilk kutsallığı, tabu sistemini de oluşturmaktadır. Klan totemin simgesel değerinde kendini kutsamaktadır. İlk ahlak kavramına da bu yoldan ulaşmaktadır. Çok iyi bilincindedir ki, klan topluluğu olmazsa yaşam sürdürülemez. O halde toplumsal varlıkları kutsaldır ve en yüce değer olarak sembolleştirip tapınılmalıdır.

Din inancının gücü de bu kaynaktan gelmektedir. Din ilk toplumsal bilinç hafızası değildir çünkü ahlakla ben insanım diyen canlı varlıkların bir bütünlüklüdür. Bu bilinçten giderek insanda önce katı bir inanca doğar buda artık toplum bilinci formunun geliştirilmesi biçiminde inancını ve dini inancını bu özelliğe göre belirler ve ilk temel hafızası, köklü geleneği ahlakın da temel kaynağıdır

Klan toplumu pratiğiyle ne kadar bilinç geliştirse, bunu hep toteme, dolayısıyla kendi yeteneğine bağlamış oluyor. Simgesel olarak totem gerçeğinde ise, insan topluluğunun giderek başarılı olması sürekli kutsamayı da beraberinde getiriyor. Kutsama kutsalın, kutsallık ise toplumun gücü oluyor…” 

Sınıflı topluma geçişle bu toplumsallık, dolayısıyla ahlak da bozulur. Sınıflı bir renk alır ve sınıflara göre değişir. Sınıfçı, iktidarcı ve devletçi toplumlara göre ahlak, ipini koparmışçasına bireyselleşmektir. Toplumsallığı ve onun ahlakını kendi gelişmesine karşı bir ayak bağı olarak görür. Ve tüm uygulamalarıyla bundan kurtulmaya çalışır. Bu da beraberinde yeni bir zihniyet ve anlayış yaratır. Ancak, oluşan yeni zihniyet karşı devrimci bir nitelik taşır. Ahlakla bağını koparmış zihniyet değersizdir. Toplumun vicdanı olarak ahlak düşünüldüğünde, toplumsallıktan kopmak vicdansızlaşmaktır.

Sınıflı toplum tarihi, insanın doğal gelişimini saptırdığından, vicdansızlık ve ahlaksızlık tarihidir. Yaşanan bunca savaşlar, katliamlar, yok etmeler hep bundan dolayıdır. Ahlakını totemiyle oluşturan klan toplumu, çevresindeki her şeyi kendisi gibi canlı ve kutsal gördüğünden, zarar vermeye yönelmemiştir. İnsanı köleleştirmekten tutalım, doğanın tahrip edilmesine kadar tüm sorunların kaynağı, toplumun oluşum değerlerine, yani ahlakına yabancılaşmaktır. Ahlak aslında toplumsal özgürlüğün gelenekselleşmiş biçimidir. Ahlakı kalmamış birey ve toplumun, özgürlüğü de kalmamıştır. Ahlaksız toplum bitmiş toplumdur. Köleliğin ahlakından bahsedilebilinir mi? Ya da köleliğin bu kadar içsel yaşanmasının nedeni bu ahlak yitimi değil mi? 

Günümüzde özellikle anarşistlerin ve postmodernistlerin söyledikleri gibi, ahlak insanın özgürlüğünü kısıtlamaz, aksine geliştirir. Ya da tersinden söylemek gerekirse: ahlaktan kopma köleliği getirir ve özgürlüğü öldürür. Yine, görecelilik adına toplumsal ahlakı reddeden yaklaşımlar da vardır. Elbette ahlak toplumsal bir şeydir. Toplum değiştikçe ahlak da değişecektir. Yine toplumlara, hatta toplum içindeki kesimlere göre de ahlak farklılık gösterir. Bu anlamda zamana ve mekana bağlı olduğu, göreceli olduğu gerçeği vardır. Bu yadsınmıyor. Bu, ahlakın bir yönünü oluşturur. Ancak bir de insanlığın oluşum ilkeleri olan eşitlik, özgürlük, komünalite, demokrasi vb. yaklaşımlar var. Bunlar toplumsallaşmanın kök hücreleri olduğundan, bunlarda derinleşme olsa da değişmeyen değerlerdir bunlar. Ahlakı salt dini ve cinsel yaklaşımlara indirgeyen anlayışlar da yetersiz yaklaşımlar olup, ahlakın özüyle uyuşmamaktadır.

Toplum renkli, canlı, çeşitli ve zengin bir organizmadır. Bunu bir arada tutan ortak bağ ise ahlaktır. Yoksa salt hukukla ya da siyasetle veya sanat ve ekonomiyle toplumu bir arada tutmak, yönetmek ve geleceğe taşımanın imkanı yoktur. Bu konuda şunları belirte biliriz: “Toplumsal ahlak olmadan, yalnızca hukuk, siyaset, sanat ve ekonomik yöntemlerle hiçbir toplumu yönetme veya değiştirme olanağı yoktur. 

Ahlakı, toplumun kendiliğinden varoluş biçimi olarak algılamak gerekir. Dar geleneksel ahlaktan bahsetmiyorum; toplumun kendini yürütüş vicdanı, yüreği olarak tanımlıyorum. Vicdanını yitirmiş toplum bitmiş toplumdur. Kapitalizmin ahlakı en derinden tahrip eden sistem olması anlamlıdır. Sonul sistem olması onun toplumsal vicdanı tahrip etmesini anlaşılır kılar. Sömürü ve baskı sisteminin potansiyelini tüketmesinin somut ifadesi, ahlakın sistemlice tahribi anlamına gelir. O halde kapitalizmle mücadele zorunlu olarak etik -bilinçli ahlak- çaba gerektirir. Bunsuz mücadele başından kaybedilmiş mücadeledir…”

Toplumsal ahlakın çok kıt ve zayıf olması da genel ahlaksızlığın göstergesidir. Ahlakın zayıflaması zincirinden boşalmış bir bireyciliğe ve toplumsal değerlerin tahribine yol açar. Son sınıflı toplum olan kapitalizm açısından ahlak ‘enayilikle’ eş tutulmaktadır. Ahlaki temelini, yani vicdanını yitiren bir toplum ancak kaos halini ifade eder. Bugün başta Ortadoğu olmak üzere yaşanan kaosun temelinde bu vardır. Aynı kaos daha da inceltilmiş bir halde Avrupa’da da yaşanmaktadır. Bunu da en fazla toplumsallığın, toplumsal ilişkilerin zayıflamasında, giderek yok olmasında görmek mümkündür. Bu da bireycilikle ilgili bir durumdur. Daha doğrusu Avrupa uygarlığındaki bireycilik, ahlakın zayıf kılınmasıyla birlikte gelişir. Bu tarz bireysellik ahlakı zorlar.

Bu kaostan çıkmak, kördüğüm olmuş sorunları çözmek, bilimle yoğrulmuş bir zihniyet yaratmakla mümkündür. Bunun için güçlü zihniyet savaşı vermek gerekir. Bu olmadı mı değişim dönüşümlerden sonuç almak oldukça zordur. 
Reel sosyalistlerin sonuç alamayarak sistemin mezhebi haline gelmesinde, ahlaka gerekli önemi vermemesinin payı büyüktü: 

“Sistemin muazzam ahlaksızlaştıran gerçeği göz önüne alınarak topluma gerekli ve yeterli etik ve ahlaki davranışlar, kişilikler ve kurumlar da temsilini bulmalıdır. Kaosla etik ve ahlaktan yoksun bir karşılaşma, birey ve toplumun yutulmasıyla sonuçlanabilir. 

Ahlak toplumsal geleneği asla göz ardı etmeden, onunla uyumlu yeni toplum etiğini eklemelidir. Kaos sürecinde hakim sistem tarafından artık demagojik bir araç durumuna sokulan siyaset kurum ve araçlarına karşı, toplumun yeniden yapılanması için gerekli politikalar ve araçlarına özel bir önem vermek gerekir…”

Sınıfçı ve devletçi toplumun tüm kir ve pasını taşıyan kapitalizm, ahlakın yadsınması üzerinden kendisini sürdürür. Öyleyse buna karşı mücadele de büyük ahlak mücadelesidir. Demokratik, cinsiyet özgürlükçü ve ekolojik toplum inşa edilirken ahlak vazgeçilmez ilke ve tutumdur. Bu, toplumsallığın oluşum ilkesi olan eşitlik, özgürlük ve komünaliteye dönmektir. TOPLUMU DÖNÜŞTÜRME KARARLILIĞI OLANLARIN ÖZGÜRLÜK AHLAKIYLA BAĞLARINI ASLA YİTİRMEMELERİ GEREKİR. A. Berham ŞAHBUDAK...                                                                                        
                                                                                                                                    DEMOKRATİK KİTLE ÖRGÜTLERİ BİRLİĞİ                       

                                                                                                                                 PLATFORMU Genel Başkanı A.Berham ŞAHBUDK        

ERDOĞAN NASIL YÜKSELDİ ? | Siyaset Gündemi - Levent Gültekin / Gazeteci

Yedi Yıl Sonra Gelen Hesaplaşma: Cumhuriyet, Demokrasi ve Siyasi Sorumluluk 2018 yılında, Türkiye'nin yönetim sisteminde yaşanan kritik ...