20 Şubat 2020 Perşembe

ATATÜRK VE EĞİTİM!


ATATÜRK VE EĞİTİM!

Eğitimin Temel Özellikleri: Çağdaş bir eğitim, bütün toplumlar için önem taşır, çünkü her insan "öğrenme" yoluyla kendisini geliştirir. Öğrendiklerini de uygulayarak bilimin, tekniğin gelişmesine hizmet eder. Eğitim, bir toplumdaki kültür değerlerini genç nesillere aktararak milletin birlik ve beraberlik içinde huzurlu bir şekilde yaşamasını ve sürekliliğini sağlar. Toplumun gelişmesi, ilerlemesi ve çağdaşlaşması da eğitimin görevidir.

Atatürk, her konuda olduğu gibi eğitim konusunda da yol gösterici olmuş,  eğitimin, Türk Milletini başarıya ulaştıracak güçte ve nitelikte olmasını istemiştir.

Toplumun gelişmesi ve ilerlemesi eğitim ve öğretimin yaygın ve çağdaş bir duruma getirilmesiyle mümkündür. Atatürk, verilecek eğitimin milli toplumun kendi gereksinmelerine uygun ve laik olmasını ister. Atatürk'ün hedef gösterdiği "çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmak" için eğitim politikasının belli temellere dayanması gerekmektedir. Bu doğrultuda, eğitim politikası şu temellere dayanır:

“Eğitim sistemi milli olmalıdır. Atatürk'ün millilik anlayışı, birleştirici, bütünleştiricidir.  Bunun sağlanması için de eğitimin dili ve yöntemi millileştirilmelidir. Eğitim sistemi çağdaş olmalıdır. Eğitimin, toplumsal hayatın gereksinimlerini karşılayan, ülkenin gerçeklerine ve çağın gereklerine uygun olması gerekir. Eğitim sistemi laik olmalıdır.  Laik eğitim ve öğretim, milli bütünlüğün sağlanmasında büyük önem taşır.  Fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek eğitimin laik olması ile mümkündür”.

Bu doğrultuda öğretim birliğini sağlamak amacıyla 3 Mart 1924'te Öğretim Birliği Yasası (Tevhid-i Tedrisat) kabul edildi. Buna göre mahalle mektepleri ve medreseler kapatıldı. Okulların hepsini Milli Eğitim Bakanlığı yönetmeye başladı. Yalnız subay okullarının yönetimi orduda kaldı. Yabancı dilde öğretim yapan okulların çoğu kapatıldı.

Eğitimde birlik sağlandıktan sonra okulların ders konuları, öğretim yöntemleri yeniden düzenlendi.
Yaşama, bilime ve tekniğe uygun dersler, konular konuldu. Öğrenilen bilgilerin uygulamalı olmasına önem verildi. Böylece ulusal, çağdaş ve bilimsel bir eğitim sağlamaya çalışıldı. Kız-erkek karma eğitime başlanıldı.

İlköğretim zorunlu ve parasız duruma getirildi. Yeniden pek çok okul açıldı. Öğretmen yetiştirmeye hız verildi. Meslek ve yüksekokulları çoğaltıldı. Böylece eğitim yurda yayılmaya başladı. 1 Kasım 1928'de yeni Türk harfleri kabul edildi. Çok sayıda okuma-yazma kursu, halkevleri, tiyatrolar, kitaplıklar açıldı. Eğitim Devrimi, ulusal birlik ve bütünlüğün güçlenmesine yardım etti.

Tevhid – i Tedrisat Kanunu ile Bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Medreseler kapatıldı. Bilimsel ve çağdaş eğitim ilkeleri benimsendi.

Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun Çıkarılması 1926 Milli eğitimin temel amaçları ve ilkeleri belirlendi. Karma eğitim (kız – erkek) ilkesi kabul edildi. Okuma yazma öğretiminin arttırılması amaçlandı. Millet Mekteplerinin Açılması (1928) Okuma – yazma oranının arttırılması amacıyla Millet Mektepleri (1928) ve halkın eğitim, bilgi ve kültür düzeyinin arttırılması amacıyla Halkevleri (1932) açıldı.

Eğitim Alanındaki Diğer Yenilikler “Sultani” lerin adı lise olarak değiştirildi.  1933’ de İstanbul Üniversitesi kuruldu. Darülfünun kaldırıldı. 1925 yılında Ankara Hukuk Mektebi açıldı. 1936’da Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi açıldı. Türk Tarih Kurumu’ nun Kurulması (1931) Milli tarih anlayışının gereği olarak, Türk kültürünün ve tarihinin kökeninin araştırılması ve dünya medeniyetine katkılarının ortaya konulması amacıyla Türk Tarih Kurumu kurulmuştur.

Türk Dil Kurumu’nun Kurulması (1932) Türkçe’nin yabancı kelimelerden arındırılması, Türk dilinin sadeleştirilmesi, Türk dilinin zenginleştirilmesi amacıyla Türk Dil Kurumu kurulmuştur. Güzel Sanatlar 1926 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi, Güzel Sanatlar Akademisi adını aldı. 1935’te Milli Musiki ve Temsil Akademisi açıldı. 1937’de Resim ve Heykel Müzesi açıldı.

AKP İktidarının ve Saray yönetiminin “Dindar ve kindar nesil arzusu; eğitimin laik ve çağdaş sistemden uzaklaşması; imam-hatipleşme ve gerici eğitim bizleri 15 Temmuz darbe girişimi sürecine götürdü gerçeğini kimse inkar edemez buna rağmen halen akıllanmayan AKP ve Saray yönetimi ısrarla Milli Eğitimi ve cumhuriyet kurumlarını cemaat ve tarikatlara tahsisi ise cumhuriyetle ve Atatürk devrimleriyle hesaplaşmak değil de nedir?.

18 yıllık AKP iktidarı koşullarında “çağdaş ve modern bir eğitimden başarıyla söz etmek çok büyük bir iyimserlik olacaktır! Buna rağmen cumhuriyetimizde çağdaş bir eğitim verilmemesine rağmen tüm bu olumsuzluklara rağmen barış ve huzur içinde bir eğitim ve öğretim mutlaka en büyük dileğimiz olacaktır…

Cumhuriyetimizde çağdaş eğitim için sadece öğrencilerimize değil aynı zamanda öğretmenlerimize ve velilerimize de kolaylıklar ve başarılar diliyoruz. Türkiye’de eğitimin geldiği noktada öğrenci olmak, öğretmen olmak ve veli olmak çok zor. Eğitim ve öğretim de sürekli yapılan değişikler ve bunlara ayak uydurmaya çalışan çocuklarımızın ve velilerimizin durumu hepimizin gözünün önünde gerçekleşiyor.

AKP İktidarının ve Saray yönetiminin “Dindar ve kindar nesil arzusu; eğitimin laik ve çağdaş sistemden uzaklaşması; imam-hatipleşme ve gerici eğitim bizleri 15 Temmuz darbe girişimi sürecine götürdü gerçeğini kimse inkar edemez buna rağmen halen akıllanmayan AKP ve saray yönetimi ısrarla Milli Eğitimi ve cumhuriyet kurumlarını cemaat ve tarikatlara tahsisi ise cumhuriyetle ve Atatürk devrimleriyle hesaplaşmak değil de nedir?.”

AKP Birçok köklü Anadolu liseleri yangından mal kaçırılır gibi imam-hatip okulu oldu. Laik, çağdaş, bilimsel eğitimden uzaklaşma Ülke, Ulus bütünlüğümüzü nasıl sıkıntıya soktuğunu çok yakın zamanda gördük ve yaşadık. 

15 Temmuz Darbe süreci, OHAL ve KHK ile kamuda FETÖ terör yapılanması ile mücadele adı altında birçok muhalif öğretmen işten alınmış, eğitimde kamuda tam bir kargaşa ortamı yaşanır hale gelmiştir. 15 Temmuz ile Ülkenin demokrasisi harici, bireylerin demokratik yaşam haklarına da darbe yapılmıştır.” Diye konuştu.

AKP iktidarları öncesinde Türkiye’de yeteri kadar İmam hatip okulları yok muydu da AKP iktidarları döneminde tüm okulları imam hatip okulları yapıldı ve bu okullar cemaat ve tarikatların örgüt yuvasına dönüştürdü! Bun tek bir nedeni vardı o nedende “Dindar ve kindar bir nesil yetiştirmek ve kendi iktidarlarını korumak hedeflenmişti;

Oysaki 21; yy bilgi cağında “Bu cumhuriyetimizin” imamdan daha çok” laik, çağdaş, bilimsel eğitim veren okullara ihtiyacı vardır. Özgür düşünen, sorgulayan ve sonucu uygulayabilen bir gençlik geleceğimiz olacaktır.  Gerici bir eğitim sistemi, kula kul olma kültürü ile yetişen bireylerin daha nice tarikatlara ve girişimlere neden olacağı kaçınılmaz bir gerçektir.

Ülkemizde 18 yıllık AKP şartları olumsuzda olsa da cumhuriyet okullarında; Başöğretmenimiz Atatürk’ün izinde; İlke ve Devrimleri ışığında fikri hür, vicdanı hür nesilleri yetiştirecek öğretmenlerim yolunuz açık, başarılarınız daim olsun. Bilimsel, laik, demokratik, çağdaş ve ulusal eğitim sistemi mücadelemiz ne pahasına olursa olsun devam edecektir. “ Ali Berham ŞAHBUDAK…


10 Şubat 2020 Pazartesi

!!! İDLİB’DE, AFRİN’DE EVLATLARIMIZ NEDEN ŞEHİD EDİLİYOR?


!!! İDLİB’DE, AFRİN’DE EVLATLARIMIZ NEDEN ŞEHİD EDİLİYOR?
O şehitler, birilerinin iktidarlarının ve zihniyetlerinin bekası uğruna ölüyor!.

OKUNMAYA DEĞER DÜŞÜNCELER!

Türk askerinin Afrin’e girdiği günlerde, komşuma temizlik yardımına gelen Fatma (gerçek adı bende saklı), “Afrin bizim neyimiz olur Abla?” diye sormuştu. “Afrin bizim bir şeyimiz değil, komşu ülke Suriye’nin bir bölgesi,” dediğimde şaşırmış, kafası karışmış, “O zaman işimiz ne orada?” demişti. Kaygısı, askerde olan oğlu içindi.


Aynı şekilde, İdlib’in Türkiye sınırları içinde bir yer olduğunu, Türk askerinin orada vatan toprağını savunmak için çarpışıp şehit düştüğünü sanan çok sayıda vatandaşımız bulunduğunu söyleyecek olursam, “yok canım!” demeyin. Tahmin değil bilgi ile konuşuyorum.

Suriye’nin kuzeyindeki Türk askerî ve mülkî varlığının, iktidarın resmî söylemiyle “Güney sınırımızdan Türkiye’ye gelecek terör tehdidini önlemek için” olduğu ezberi yıllardır kafalara, bilinçlere kazınmış da olsa, normal yurdum insanının doğal tepkisi ve sorusu: “Neden el alemin memleketine girip oralarda çocuklarımızı şehit veriyoruz? Sınırlarımızı neden kendi topraklarımızdan koruyamıyoruz? Hele de sınırımıza, batıdan doğuya, ta İran’a kadar güçlü bir güvenlik duvarı çekilmişken!” olur.

Gerçekten de, neden ülkemizi komşu ülkelerin topraklarına girmeden, oralara binlerce asker, birlik, ağır silah, tank, top, vb. sevk etmeden, toplum mühendisliği yaparak yörenin nüfus bileşimini, etnik dokusunu değiştirip yerel yönetimi büyük ölçüde ele almadan savunamıyoruz? ALINTIOya Baydar. Haber 24t

BUNDAN SONRASINI BİZ DEVAM EDELİM!

97 YILLIK BU CUMHURİYETİ KAOSA SÜRÜKLEMEK İÇİN YILLARDIR KARNIMIZDAN KONUŞANLAR KİM BU CUMHURİYETTE!

Bizim o topraklarda ne işimiz var, oralarda savaşan, yaralanan, şehit düşen çocuklarımız ne uğruna ölüyorlar, sorusunu açık açık sormaya cesaret edebilen sanırım bugüne kadar AKP’ye ve SARAY rejimine soran pek yok” MHP ’yönetimini ve MHP Milletvekillerini de unutmamak gerek!

Konu netameli. Yazması, konuşması zor. Devlet’in şahin kanadının sözcüsü Bahçelinin “Boğazlarını sıkacağız, ümüklerin'e basacağız, taş taş üstünde bırakmayacağız, asacağız, keseceğiz” ünlemeleri eşliğinde sürdürülen saldırgan Suriye politikasını eleştirmeyen, yanlışlığını düşünmeyen aklı başında kimse yok. Ancak; bizim o topraklarda ne işimiz var, oralarda savaşan, yaralanan, şehit düşen çocuklarımız ne uğruna ölüyorlar, sorusunu açık açık sormaya cesaret edebilen pek yok.

Bu konuda; ama oy kaybetmemek, ama terörist diye damgalanmamak için, ya da devletçi-milliyetçi reflekslerle, HDP hariç bütün muhalefet partileri AKP-MHP iktidarının dümen suyundan ayrılmıyorlar. Oysa bu soru sorulmadan, etraflıca tartışılmadan, AKP-MHP koalisyonunun ülkemizi içerde ve dışarda çıkmaza sürükleyen çatışmacı dış politikası açığa çıkarılmadan, toplumsal-siyasal-ekonomik, hiçbir sorunumuz çözülemez.

Geçenlerde, Afrin’de şehit düşen bir askerimiz konusunda TSK’dan yapılan açıklama şöyle başlıyordu: “Suriye’nin Halep kentine bağlı, Zeytin Dalı Harekatı ile özgürleştirilen Afrin İlçesi Kamar Üs Bölgesi’ne teröristlerce açılan ateş sonucunda…”

Bir komşu ülkenin topraklarına girip yerleşmiş olmanın bundan daha açık itirafı olamazdı. Suriye için Halep; Türkiye’de İzmir, Bursa, Adana gibi kentler neyse odur. Halep’in Afrin ilçesine girip orayı “özgürleştirmişsiniz”. Şimdi duygudaşlık (empati) yapalım; topuyla, tüfeğiyle, askeriyle sınırlarımızdan 20-40 km. kadar içeri girmiş ve oralara yerleşmiş herhangi bir komşu ülkeden, -Allah korusun, ağzımdan yel alsın!- şöyle bir resmî açıklama geldiğini farz edelim: “Türkiye’nin X kentine bağlı, bilmem ne harekâtıyla özgürleştirdiğimiz Z ilçesindeki üssümüze yapılan saldırıda bir askerimiz şehit oldu…”

Buna dayanabilir miyiz? Senin benim ülkemde, benim topraklarımda ne işin var, üs kurmak ne, kimi kimden özgürleştiriyorsun, diye sormaz mıyız; sormakla kalmayıp milletçe karşı koymaz mıyız bu duruma. X kenti ve Z ilçesi yerine, mesela Şırnak’ın Cizre ilçesini, Ardahan’ın Şavşat ilçesini, mesela Edirne’nin Havsa ilçesini koyun ve bir düşünün.

İDLİB’DE ŞEHİT DÜŞMEK NE DEMEK!

Son günlerde sürekli saldırı, çatışma, şehit haberlerinin geldiği İdlib’e bir bakalım. Bu konuda hem bölgeyi hem de Türkiye'nin Orta Doğu politikasını çok iyi bilen, sürekli yazıp çizen uzmanlar varken bana söz düşmez. Ama aklıselim (sağduyu) diye de bir şey var. İdlib; El Kaide kalıntılarının, çeşit çeşit Cihatçı artıklarının, Nusra Cephesi’nin, Tahrir el Şam örgütünün yuvalandığı bir bölge.

Türkiye, Soçi anlaşmasıyla bölgedeki El Nusra’cı, cihatçı, vb. terör yapılarını pasifize etmeyi, silahsızlandırmayı, bölgede güvenliği sağlamayı taahhüd etmişti. İdlib’e bu amaçla girilmiş, orada 12 gözlem noktası, yani 12 askerî üs oluşturulmuştu. O zamandan bu zamana taahhüt yerine getirilmediği gibi, tarafsız gözlemcilerin aktardığına göre, bu örgütlerden kimisine müzahir de olundu, ya da din ve mezhep kardeşliğinin ikna gücü yetmedi, görev başarılamadı.

Bu arada, bizimkilerinRejim Güçleri” olarak adlandırdılar, aslında Suriye topraklarını, çeşitli adlar altındaki boy boy Cihatçılardan, El Kaide artıklarından temizlemeye (geri almaya) çalışan Suriye Ordusu, (kimi AKP’lilerin açıkça “Orayı ilhak ettik” dediği) İdlib’de, ne yazık ki karşısında El Kaideci, El Nusracı, vb. terör örgütlerini değil TSK’yı buldu. Gözlem noktalarından birine yapılan saldırı sırasında bir evladımız daha şehit oldu, onlarca askerimiz yaralandı.

Orhan Bursalı, 1 Temmuz’da Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “İdlib Vatan Toprağımız mı?” başlıklı yazısında, “Ankara İdlib’de ne yapmayı planlıyor? diye soruyordu. Ben de soruyu şöyle tamamlamak istiyorum: “Bir ülkenin (Suriye’nin) kendi topraklarını Cihatçı, El Kaideci ve benzeri işgalcilerden kurtarmaya, ülke bütünlüğünü sağlamaya hakkı yok mudur? Suriye’deki, Irak’daki varlığını terör saldırılarına karşı önlem olarak açıklayan, terörle mücadele ettiğini, bunun bir beka sorunu olduğunu sürekli tekrarlayan Türkiye; Suriye devletinin, terör yapılanmalarını püskürtüp kendi topraklarını savunmasına destek olacağına, neden Suriye güçleriyle karşı karşıya gelmektedir?

Baştan sona yanlış Suriye politikasının maliyeti; Erdoğan AKP’sinin, Davutoğlu’nun ideolojik rehberliğinde şekillenen Suriye ve Ortadoğu politikasının dayandığı düşünsel temel; şimdilerde bir hayli geriye itilen -ama yüreklerden kafalardan çıkmayan- bölgede Osmanlı nüfuzunu yeniden kurmaktı. (Hele bir de İhvan üzerinden olursa, tadından yenmezdi.)

İşin diğer yüzü; Kuzey Suriye’de, Türkiye sınırı boyunca uzanan Rojava bölgesindeki Kürt varlığıydı. Devlet’in kadim bölünme travması ve Kürt korkusu/düşmanlığı ile pekişen Sünnî Türk milliyetçiliği, Suriye düğümünü çözülemez hale getirdi. AKP’nin; ilk dönemde IŞİD dahil, El Kaideci, Nusra’cı, vb.,vb. çeşitli İslamcı gruplara, -hadi ‘zülf -ü yar’a dokunmamak için desteği demeyelim de -hoşgörüyle yaklaşmasının nedeni “Aman sınırımızda Kürtler olmasın da, varsın Cihatçılar olsun!” mantığıydı.

İflas eden ve Türkiye’yi her alanda batağa sürükleyen Bahçeli takviyeli (hatta güdümlü) bu politikanın ülkemize, halkımıza, hepimize maliyeti tahminlerimizin çok üstünde. Öncelikle; başka bir ülkenin topraklarındaki çatışmalarda evlatlarımız, canlarımız gidiyor. Yok, seçimlerdi, yok ekonomik krizdi falan derken şehit ve yaralı haberleri -ne acı, ne utanç vericidir ki- arada kaynıyor/ kaynatılıyor. 

O şehitler, birilerinin iktidarlarının ve zihniyetlerinin bekası uğruna ölüyor.

İkincisi; Türkiye, dünyada saldırgan, güvenilmez, çatışmacı, savaşçı bir imaj ediniyor. Bölgede işler karıştıkça, Amerika-Rusya tahtaravallisinde bir o yana bir bu yana savruldukça, dış politikayı karşısındakileri bezirgan usulü idare etme kurnazlığı sandıkça, uzlaşma yerine güç kullanımı ve savaşı yeğledikçe bu imaj değişmiyor, pekişiyor. Üçüncüsü; dışar'da gerginlikçi-savaşçı politikalar, içer'de güvenlikçi- otoriter- cepheleştirici, hak ve özgürlük karşıtı yönetimi güçlendiriyor. Demokrasinin son kırıntıları da elden gidiyor.

Dördüncüsü; savaşa harcanan milyar dolarlar… Sınır ötesinde savaş sürdürmenin, sınır ötesine yerleşmenin, Suriye’deki savaşın ürünü olan 5 milyona yakın mültecinin Türkiye’ye maliyeti ne kadar? Bugün yaşadığımız ve derinleşecek olan ekonomik krizde, yıllardır süren silahlanmanın, savaşın payı nedir? S-400’lere, F-35’lere, daha bilmem nelere ne harcanıyor? Bu soruları soran bir muhalefet olmadıkça, savaş cephesi köpeksiz köyde değneksiz gezerek bildiğini okuyor.

Beşincisi: Suriye’deki çözümsüzlük, gerginlik, savaş ortamı, özellikle Kürt sorunu ve mülteciler üzerinden toplumsal dokumuzun çözülmesine, dağılmasına, ülke içindeki fay hatlarının derinleşmesine neden oluyor.

Muhalefet gerçekten muhalefet olacaksa, İstanbul seçimlerindeki başarıdan sonra hayal edilmeye başlanan iktidara gerçekten talipse, bu soruları sormak ve cesaretle cevaplandırmak zorunda. “Millî meseledir” diyerek iktidarın arkasına sıralanmakla, “Esad’la anlaşın” demekle iş bitmiyor. Mesele; çatışmacı, savaşçı, saldırgan milliyetçi ve yayılmacı zihniyeti sorgulamakta. Hele de kendinizi “demokrasi cephesi” gibi büyük adlara layık görüyorsanız… Ali Berham ŞAHBUDAK…


ERDOĞAN NASIL YÜKSELDİ ? | Siyaset Gündemi - Levent Gültekin / Gazeteci

Yedi Yıl Sonra Gelen Hesaplaşma: Cumhuriyet, Demokrasi ve Siyasi Sorumluluk 2018 yılında, Türkiye'nin yönetim sisteminde yaşanan kritik ...