29 Eylül 2019 Pazar

ONURLU İNSANLAR İÇİN “Onurlu Yaşamanın Bedeli”!


ONURLU İNSANLAR İÇİN “ Onurlu Yaşamanın Bedeli”!

Önemli olan her şeye rağmen yaşamak değil, onurlu yaşamaktır. İnsan için hayattan daha değerli şeyler vardır. Gerektiğinde insan bu değerler için canını ve malını seve seve verir. Irzını, namusunu, şerefini, dinini, vatanını korumak için her fedakarlığa katlanır. Yaşamaktan daha değerli şeyler olmasaydı insan hiçbir şey için ölümü asla göze alamazdı.
Fakat bu tespitlerimiz onurlu insanlar için geçerlidir. Gayesi sırf yemek-içmek, mevki-makam, para-pul, eğlence, cinsellik olanlar için bu süfli emeller uğruna feda edilmeyecek manevi değer yoktur.
Onurlu yaşamanın ilk şartı hürriyettir. Kişilik hürriyet ortamında oluşur. Hür yaşamak gür yaşamaktır. Esaret boyunduruktur. Fekkü rakabe = boynu boyunduruktan kurtarma, yani köleyi hürriyete kavuşturma en erdemli amellerdendir. Ancak hürriyete kavuşmak için esirlerin de istekli ve gayretli olmaları gerekir. Köleliği içlerine sindirenler bazen hürriyet mücadelesi verenlere ayak bağı olurlar.
Hz. Musa İsrail oğullarını firavunların esaretinden kurtarmak için hayatını ortaya koydu. Bütün tehlikeleri göze alarak hür yaşamayı firavunun sarayında köle gibi yaşamaya tercih etti. Firavunun hanımı da aynı cesaret ve asalete talip oldu
Tevratta belirtildiğine göre İsrail oğulları Mısır’da Firavunların köleleri olarak dört yüz otuz sene yaşadılar. Bu uzun süre onların kalplerini öldürdü köleliği karakter haline getirdi. Hz. Musa’nın öncülüğünde Mısır’dan çıkarlarken kendilerini firavun ve ordusunun takip ettiğini gördüklerinde paniğe kapıldılar. Feryat edip Musa’ya siteme başladılar: “Mısır’da kabirler bulunmadığı için mi çölde ölmek için bizi buraya getirdin? Bizi Mısır’dan çıkarmakla bize ettiğin bu nedir? Mısır’da sana: Bırak bizi, Mısırlılara kulluk edelim diye söylediğimiz söz bu değil midir? Çünkü çölde ölmektense Mısırlılara kulluk etmek bizim için daha iyi olurdu.” (Tevrat çıkış: 14/11-12) Mısır’dan çıkıp Sin çölüne geldiklerinden iki buçuk ay sonra Hz. Musa ve Harun’a karşı söylenmeye başladılar. Şöyle serzenişte bulunuyorlardı: “Keşke Mısır diyarında et kazanları başında oturduğumuz zaman, doyuncaya kadar ekmek yerken Rabbin eliyle ölseydik. Çünkü bu cemaati açlıkla öldürmek için bu çöle çıkardınız.” (Tevrat, çıkış: 16/1-3)
Görüldüğü üzere baskı ve zülüm rejimleri halkı köleleştirmekte, onların ahlakını bozmakta, ideallerini, ümitlerini söndürmekte onları her şeye boyun eğer hale getirmektedir. Güç ve hakimiyetlerini öldükten sonra da sürdürmeyi düşünen Firavunlar piramitleri, köleleştirdikleri İsrail oğullarını kamçılar altında çalıştırarak yaptırmışlardır. Ölüler için dirilerin harcanmasının mantığı tartışılamamıştır. Çünkü bunu tartışabilecek hür ve cesur yürekler yoktu.
Köleliğin ruhlarına sindiği İsrail oğulları Hz. Musa’nın Kudüse girme emrine de karşı çıktılar ve: “Rabbin ve sen gidin, onlarla savaşın. Biz burada oturacağız, dediler.” (Maide 24) Onların bu tutumlarına karşı ceza olmak üzere yüce Allah onlara Kudüs’e girmeyi yasakladı. Çölde yaşamaya mahkum edildiler. “Allah buyurdu: Hiç şüphesiz Beytü’l-Makdis 40 yıl onlara haram kılınmıştır. Onlar, 40 sene şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. (Maide, 26) Bu ceza bir bakıma onları terbiye etmektedir.
Zira firavunların esareti altında yaşayıp ruhları köleleşenlerin hürriyet iklimine alışmaları, ruhlardaki esaret tortularının silinmesi, baskılara karşı mücadele ruhunun canlanması, çölün hür havası içinde sağlıklı bir kimliğin oluşması için böyle bir eğitime ihtiyaç vardı. Asırların ruhlarda biriktirdiği tortuların temizlenmesi kolay değildir. Tarihte ki büyük inkılaplar ruhları günah ve esaret pisliklerinden arıtılmış nesillerle gerçekleştirilmiştir.
Hicret de bir bakıma temiz ve nezih bir ortamda temiz ruhlar yetiştirmeye maruftur. Mekke, Medine’de arıtılmış temiz ruhların sahipleriyle fethedildi. Hürriyet ve onurlu bir hayat, firavunun et kazanları başında oturup karın doyurmakla elde edilmiyor, bilakis çölün zor ve acımaz şartlarına alışıp çelik gibi bir iradeye sahip olmakla kazanılıyor. Zevkin, esaretin, hükmün uyuşturduğu ruhlarda direnme gücü olmaz. Böyle bir iklimde sağlıklı bir kimlik inşa edilmez. Hava adamı olanlar dava adamı olamazlar.
Her şeyin bir bedeli vardır. Onurlu bir hayata sahip olmanın da bedeli vardır. Bir şey vermeden bir şey alınmaz. Lütuf bile bir hak ediştir. Neden herkese lütfedilmiyor? Lütuf piyango değildir, bir meziyetin, bir hoşnutluğun karşılığıdır. Kur’an-ı Kerim kesbfiil ve amel kelimeleriyle doludur.
Peygamberlerin mücadelesi insanlığa onurlu bir hayat kazandırma mücadelesidir. Ruhları ve bedenleri köleleştirmeye kalkan firavun ve Nemrutlara karşı verilen hürriyet ve insanlık mücadelesidir. Hayatı değerli kılan değerleri yaşatma ve değersizliğe karşı durma mücadelesidir.
Hz. İsa’nın buyurduğu gibi “İnsan sadece ekmekle yaşamaz.” (Matta, 4/4)
Mücadeleden vaz geçmesi için teklif edilen krallığı, zenginliği, kadını elinin tersiyle itip “Allah bir deyin, kurtulun” diyen Hz. Peygamber onurlu bir hayat savaşının en önde gelen komutanıdır. Mekke’de evlerini, ticaretlerini, yakınlarını terk edip Habeşistan’a, Medine’ye hicret edenlerin mücadeleleri de onur mücadelesidir. Yokluk ve sıkıntı içinde onurlu yaşamak, varlık ve refah içinde onursuz yaşamaktan daha değerli olmasaydı Mekke’nin şirk ortamında servet ve göz kamaştırıcı elbiseler içinde yaşayan Musab b. Umeyr, yokluğu ve sıkıntıları göze alıp da tevhit iklimini solumak için Medine’ye gelebilir miydi? Vücudunu tam örtmeyen yarım elbiseler içinde şehit olmayı göze alabilir miydi?
Müslümanlar tarih sahnesinde İslam sayesinde onurlu ve itibarlı dönemler yaşadılar. Çünkü böyle bir hayat için bedel ödeyerek bu hayatı hak ettiler. Bu gün ise böyle bir hayata hasret yaşıyorlar. Arzu ve hasret, kavuşmanın itici gücüdür. Fakat şartları hazırlayıp harekete geçmeden hedefe varmak, Leyla’ya kavuşmak mümkün değildir.
İslam aleminin Kur’an tabiriyle “en hayırlı ümmet” kıvamına gelmesi için öncelikle yaşadıkları zillet ortamına isyan etmeleri, izzetli bir hayat için irade ortaya koymaları gerekir. Hastalığının farkında olmayan tedavi ihtiyaç duymaz. Hastalığı fark etmemek ise uyuşturulmuş olmakla izah edilebilir. Fakat Müslümanların yaşadığı acılar morfinle, narkozla unutturulacak cinsten değildir. Adeta bıçak kemiğe dayanmış vaziyettedir. Durum, olmak veya olmamak noktasına gelmiştir. Açık tablonun, tasvire ihtiyacı yoktur.
Problem öncelikle kimlik ve kişilik problemidir.
Mısır şartlarından kurtulup yeterli süre çölde yani zor şartlar altında terbiye edilme, arınma ve nebevî mektepte yeni bir kimlik kazanma problemidir. Emperyalizmin, baskı rejimlerinin köleleştirdiği, konforun, lüksün, eğlencenin uyuşturduğu, çürüttüğü ruhlarla bir yere varılmaz, üstelik bu ruhlar bu mücadelede takoz olarak kullanılırlar. Zira Mısır’da et kazanları başında yeyip içenler çöl şartlarını göze alamazlar. Çünkü onlar için et, hürriyetten daha önemlidir.
Can alıcı soru şudur: Aşağılayıcı ve onur kırıcı şart ve muamelelere katlanarak zillet içinde yaşamaya, hatta zillet içinde ölmeye razı olmak mı, yoksa izzetli bir hayat için çağın şartlarına uygun onurlu bir mücadelenin içinde olmak mı? Onurlu bir kişi için birinci soruyu sormak bile abestir. Ali Berham ŞAHBUDAK.


28 Eylül 2019 Cumartesi

BİR AKP MASALI DA! 5.8 SARSINTIYLA SON BULA BİLİR Mİ? Ali Berham ŞAHBUDAK


BİR AKP MASALI DA! 5.8 SARSINTIYLA SON BULA BİLİR Mİ? Ali Berham ŞAHBUDAK

AKP,17 yılın sonunda İstanbul başta olmak üzere bir rüyanın sonuna doğru evrilmekte AKP gelinen bu noktada ne yazık ki, diktatörlük rejimine geçiş olanağı ve ortamını sağlayan, bu anlamda kendini kullandırmış, meclis ile birlikte kendisi de dışlanmış, önemini yitirmiş bir aygıt haline dönüşmüş durumda. Birçok örgüt mensubu, giderek bir kağıt mendil gibi, kirletilip atılacağını görüyor ve AKP ‘ deki sancı gün geçtikçe açığa çıkmakta!


AKP, yıllardır büyüdüğü ve kök salmış devasa bir ağaç gibi; Türkiye genelinde elde ettiği belediyelerle örgütlenmesini sürdürmüş ve özel ihale kıvraklığı ile de devasa devlet ihalelerini yandaşa vererek teşkilatlarını yıllardır beslemiş olduğu gerçeği gün geçtikçe bir bir su yüzeyine çıkışı artık AKP deki rahatsızlığı hissedilir ölçüde kamuoyunca biliniyor olması AKP’nin tarihe ülke kaynaklarını soyan olarak da tarihteki yerini almaya hazırlanmakta.
AKP, 17 yıldır bir çıkar işbirliği, çıkar koalisyonu olarak kuruldu. Bu, sonradan böyle olmuş değil
Değişen sadece, ortakların tasfiye edilip, AKP’nin ve iktidarın bir aile şirketine dönüşmesi gerçeğinin gören seçmen artık AKP’nin sorun çözen değil daha çok yandaş besleyen algısı tamamen biliniyor olması artık AKP zamanını doldurduğu kanısında oy veren seçmenlerin % 40 bu kanıda artık AKP siyasi ve ekonomik ömrünü tamamladığı kanısın da sokaklar parklar caddeler işyerleri çalışma alanları odalar bize bunu göstermekte Türkiye biran önce yönetimsel ve kamusal olarak da dönüşmeli ve değişmeli kanısın da’.
AKP’nin kuruluşunda, resmi görebilenlerin tüm uyarılarına rağmen, ortaklarının dışında, bu kurulacak partinin, ülkenin demokratikleşme yönündeki çabalarını hızlandıracak, refah toplumu oluşumunu sağlayacak bir parti olduğunu sananların da desteğini aldı.
Çok yakın dostlarımızla bu konuda ters noktalara düştük. Kırıcı tartışmalara girdik.
AKP’nin kuruluşuyla, AKP iktidar koalisyonunun oluşumu paralel gelişti. Koalisyonu oluşturanların hepsinin, parti varsayılan aygıtta anlamlı bir izdüşümü olmadı. Buna gerek de görülmedi. Hatta ve hatta, kuruluşta vitrinde görülenlerin de, Erdoğan hariç neredeyse tamamı, şekilsel bir zorunluluğu yerine getirmekten başka bir işlevi olmadı.
“Bir parti kuruluşunun ortakları olmaktan öte, Erdoğan'ın oluşturacağı ve sadece onun ve ailesinin çıkarlarına hizmet eden bir rejimin oluşmasına güç taşıyanlar oldular”. AKP’den bir parti olarak bahsetmemenin bir nedeni de, onun bir ideolojisinin olmamasıdır.
Bu aygıt, Erdoğan'ın pragmatik ve günün şartlarına göre değişen politikaları ile ideolojik olarak oradan oraya savrulduğu gerçeğini yıllarca kamu file eden rantçı cevreler ekonomik daralmalar nedeniyle bugün tamamen desteğini de AKP özelinde çekmiş durumda. Gün geldi liberal oldu. Gün geldi, milliyetçi veya dinci kılığa büründü, hatta sosyal demokrat bile oldu. Ama belli çıkarlara hizmet eden takiyyeci Erdoğan rejiminin sürdürülebilmesi için en uygun ideolojinin, baskıcı karakteri ile Siyasal İslam olması nedeniyle, bu ideoloji her zaman baskın konumda oldu.
İktidar, din darlaştırılmış bir toplum yaratma yönündeki çabalarıyla, hem Cumhuriyetin kuruluşuna katılanlarca oluşturulan mutabakatı büyük oranda tahrip etmiş hem de kendine biat eden bir taban yaratma yolunda mesafe almıştır. 

Erdoğan rejimi, Siyasal İslamı, yararlı olacağı için kullanmak amacıyla değerlendirmiştir.  Bununla birlikte, zaten çıkar yol olmadığı bilinen Siyasal İslam ideolojisi bu rejimin yıkılmasında da etken olacaktır.

Amma, bu iktidar 17 yıl sürmüş, topluma ağır bedeller ödetmiş olsa da, artık deniz bitti gibi. Ana amacı, kibarca söylersek menfaatlenmek olan bu iktidarın sürdürülebilirliği artık yok çünkü denizde kum bitti “ Denizde kum biter mi demeyin AKP’li yönetimlerde değil deniz Türkiye bitti demek daha doğru olur”.
Evet, belediyeler ve devlet aygıtı kullanılarak, yandaşlar zenginleştirildi. 
Ama artık, menfaatlenmeyi sağlayan dev yapılanmanın sürekli beslenmesi olanağı kalmadı çünkü AKP’yi besleyen Başta İstanbul olmak üzere birçok Büyük şehirleri kaybetti ve Ekonomi zor durumda. Ekonomik nedenlerden dolayı her gecen gün halk isyanlarda olan toplum kesimlerine yenileri ekleniyor. İktidar ancak bir süre daha antidemokratik yöntemler ve baskı ile ayakta durabileceğinin bilincinde bu sona yaklaşan durum AKP’yi ve Mevcut rantçıları da saraya hapsetti şimdi sıra lale devri yaşayan sarayın kaynaklarının kesilmesinde.
Gelelim AKP’ye!.
Neden AKP artık tarihi misyonunun tamamladığı noktaya; AKP ‘de artık gelinen noktada ne yazık ki, diktatörlük rejimine geçiş olanağı ve ortamını sağlayan, bu anlamda kendini kullandırmış, meclis ile birlikte kendisi de dışlanmış, önemini yitirmiş bir aygıt. Birçok örgüt mensubu, giderek bir kağıt mendil gibi, kirletilip atılacağını görüyor. Bu nedenle içeride yeni bir parti kurma çabası gösterenler giderek çoğalıyor.
Bu durumun farkında olan birisi daha var. O da sarayın küçük ortağı Devlet Bahçeli. Yani sözde Cumhur ittifakında, partisini AKP’nin peşine takan kişi. Giderek tükeneceğini gördüğü iktidarın, adeta bir akbaba gibi yıkıntısından nemalanma peşinde.
Cumhur ittifakı MHP’yi ve Devlet bahçeli yönetimi her gecen gün biraz daha fazla ideolojik tahakkümü altına alıyor buda gerek MHP tabanının ve AKP İslamcı tabanı çok ciddi olarak rahatsız ediyor “ Çünkü her iki görüş de asla ideolojik olarak değil çıkar ilişkisiyle bir arada olduklarının bilincinde oldukları için.
Adeta MHP Cumhur ittifakı nedeniyle tarihin de hiçbir zaman başarı gösteremeyeceği başarıyı AKP sayesinde kazandığını AKP’li seçmen biliyor ve diyor ki benim oylarımla MHP bir oyunla adeta armudun olgunlaşıp ağzına düşmesini başardı diyor bu durum da hem AKP’nin yok oluşuna ortam hazırlıyor, hem de AKP’den uzaklaşanların uğrayacağı ilk durağı yaratmış oluyor bu da AKP artık siyasi ve kadro olarak misyonunun tamamlandığını bizlere gösteriyor.
Yani anlayacağınız, iktidar kof ağaca dönmüş durumda, değil bir kabine değişikliği beş kabinede değişse artık AKP de dikiş tutmaz duruma geldi çünkü nitelik ve nicelik riya kat AKP de artık tükendi “zaten yoktu” Bugün AKP ve MHP her ne yaparsa yapsınlar Cumhur ittifakı vasıtasıyla, kurdunu içinde barındırıyor olmalarının da artık engelleyemez durumdalar çünkü ekonomi her ikisini de bitirecek seviyeye geldi dayandı.
AKP, bu ülkede büyük tahribatlar yaratmış, demokrasiyi rafa kaldırmış, muhalif toplum kesimlerine ağır baskı ve şiddet uygulamış, en nihayetinde ekonomiyi iflas noktasına getirmiş olan Erdoğan rejiminin ve yönetiminin bedelini ödemek durumunda. 
Parti olamadı ama muhafazakâr sağda yeni partilerin kurulması veya diğer partilerin güçlenmesi yolunu açarak tarih sahnesinden silinecek olan AKP olarak tarihlerde yerini almak için hazırlıkta. Ali Berham ŞAHBUDAK… 28.09.2019…


23 Eylül 2019 Pazartesi

ABD EMPERYALİZMİ? VE ORTADOĞU! Anadolu coğrafyası tarih boyunca Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'da yaşanan her siyasi gelişmeden derinlemesine etkilenmiştir. Aslında bu geniş coğrafya her zaman emperyalist stratejilerin kıyasıya rekabet ettiği ve sürekli değişim geçiren bir alan olmuştur. Bugün de öyledir. ABD'nin stratejik hamleleri açısından Ortadoğu'yu inceleyen bu derleme, akademik (tarafsız) değildir; belirli referans noktaları olan, bölgede yaşanan olayları sosyalist bakış açısıyla ele alan bir dizi değerlendirmeden oluşmaktadır ve bölge halklarından yana olma anlamında taraflıdır. ABD Emperyalizmi ve Ortadoğu'da yer alan makaleler aynı zamanda Türkiye'nin özellikle dış politikasında yaşanan dönüşümü bölgemizde yaşanan olaylar ışığında anlamaya çalışan metinlerdir. Elinizdeki kitap, Ortadoğu, Kafkasya ve bütün Avrasya anakarası üzerinde oynanan satranç oyununa; petrol başta olmak üzere her türlü doğal kaynak ve ulaşım güzergahına, bölgesel askeri taktik ve stratejilerin temellerine ilgi duyan okura yeni ufuklar açacaktır. Ortadoğu deyince, herkesin aklına savaşlar, iç karışıklıklar, katliamlar, her biri çözülmesi imkansızmış gibi gözüken sorunlar geliyor. Peki Türkiye’nin de içine dahil edildiği bu Ortadoğu neresi? Aslında sorunun cevabı, bu bölgeye bu ismi kimin verdiğinde yatıyor. Batı ve Orta Avrupa ve daha sonra da genç kıta Amerika’nın feodal yüklerini sırtlarından yeni atmış burjuvazisi yeni pazarlar ve yeni kaynaklar için gözlerini dört açmışken, kendi yaşadıkları, sistemlerini sürdürdükleri alanların coğrafi olarak doğusuna “Doğu” demişlerdir. Kapitalist ilişkilerin henüz girmediği ya da yeni yeni şekillendiği bu coğrafyada, kendi uygarlıklarıyla ve daha çok da ekonomik-siyasal hedefleri ile örtüşmeyen her şeyi, “Doğu’nun “geri kalmışlığı” olarak tanımlamışlardır. Yağma seferlerine çıkmış İngiliz, Fransız, Alman girişimciler, gittikleri yerlerin yeraltı, yerüstü kaynaklarını talan etmenin kılıfını “barbar halklara” “medeniyet ihraç etmek” fikriyle oluşturuyorlardı. Tarihsel olarak kapitalist üretim ilişkilerinin geç ortaya çıktığı ya da bizzat sömürgeci devletler eliyle girdiği bu ülkeler, yine aynı sömürgeci devletler tarafından yıllarca ekonomik, siyasal ve toplumsal açıdan bilinçli olarak geri bırakıldı. Belli bir aşamadan sonra, “uygar Batı’nın” güçleri kendi yarattıkları “barbar, “kendi kendini yönetmekten aciz Doğu” kavramına bizzat kendileri de inanır oldular. Buna kendilerini öyle inandırmışlardır ki, şimdiye kadar bölgede ortaya çıkmış ulusal kurtuluş mücadelelerini, ülkelerdeki emekçi sınıfların ülke siyasetine etkisini, hatta 1. Dünya Savaşı sonrası Rusya’da, daha sonra İran’da, yakın geçmişte de Irak, Afganistan ve en son Lübnan’da olduğu gibi karşılarındaki “Doğulu” halkların direnebilme ihtimalini hep küçümsemişler, bu bakış açısı yüzünden askeri ve politik yenilgiler almışlardır. Bugün ABD ve AB Ortadoğu’ya müdahalelerini hâlâ bölgeye “özgürlük, demokrasi, huzur ihraç etmek” olarak gösteriyorlar. Kapitalizmin emperyalist aşamasına geçtiği dönemde emperyalizmin talanına açılmış her alan “Doğu” olmuştu. Çin Uzakdoğu’ydu, ancak İngiliz “maceracılarca yerli halkın yaşam alanı yok edilerek kurulan Avustralya asla “doğu ”da olamazdı. Afrika Avrupa’nın güneyinde olmasına rağmen basbayağı “doğuluydu. Ya da Amerika kıtasında yaşayan yerli halk, doğuluları hiç aratmayan cahil yerlilerdi! Emperyalist bir güç haline gelmiş Japonya ise, artık “doğulu” kabuğunu kırmıştı. Onun doğululuğu artık bizzat batılılarca estetize edilmiş bir mistizmin ötesine geçmiyordu. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki halk Cumhuriyetleri’ne, toplumsal, kültürel ve ekonomik gelişmişliklerine rağmen, “Batılı” aydınlar, ancak bir “Doğu Bloğu” olmayı reva görmüşlerdi. Uzun lafın kısası, “Doğu” dediğimiz coğrafya, önceleri Avrupa, 2. Dünya Savaşı sonrası ise Amerika’nın çıkarlarına göre belirleniyor. Ortadoğu dediğimiz bölge de, coğrafi olarak, 3 yaşlı kıtanın kesiştiği bölge olarak tanımlansa bile, Amerikan emperyalizminin hedef ve planlarına göre Ortadoğu’nun sınırları sürekli genişlemektedir. Önceleri, zengin petrol kaynaklarına, ticaret yollarının kesiştiği bir konuma, bu yolların güvenliğini sağlamak için aynı zamanda diğer emperyalist devletlerle olası bir savaşta– stratejik bir öneme, önemli ticari körfezlere ve tabii ki kültürel ortaklıklara sahip olan İran, Irak, Suriye, Arabistan Yarımadası, Filistin, Lübnan, Ürdün, Mısır (Süveyş Kanalı), Kuveyt ve Anadolu diye bir Ortadoğu tarifi yapılabilirken, 2. Dünya Savaşı sonrası, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki halk Cumhuriyetlerini kuşatacak, Batı Avrupalı müttefikleri koruyacak bir hat üzerinden Ortadoğu’nun tanımı yenilendi. Coğrafi olarak Ortadoğu’da olmayan Libya, Afganistan, Pakistan Ortadoğu’nun sınırlarına dahil edildi. SB’nin dağılması sonrası ise, Cebelitarık Boğazı’ndan Çin’e kadar her yer, “Genişletilmiş Ortadoğu’nun bir parçası haline geldi. Genişletilmiş Ortadoğu, dünyanın petrol ve doğal gaz kaynaklarının büyük bir kısmını barındırıyor. Dünya petrol rezervlerinin %74’ü bu bölge ülkelerinde bulunuyor. Dünyanın en büyük on petrol üreticisinin yedisi bu sınırlar içerinde. Nijerya ve Venezüella’yı dışında tutarsak, bu projenin kapsamı dışında kalan büyük petrol ve doğal üreticileri (Rusya, Kazakistan, Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan) de, bu projeye dahil coğrafyanın kuşattığı bölgede. Alternatif enerji kaynağı olabileceği tartışılan başka pek çok madenin de en yoğun bulunduğu bölge bu sınırlar içerisinde. Aynı zamanda bu bölge, başta petrol ve doğal gaz olmak üzere, pek çok sınai ve ticari doğal kaynağın nakil yolunu oluşturuyor. Emperyalizmin propaganda merkezleri tarafından her ne kadar aksi iddia edilse de, en son İsrail’in Lübnan saldırısında da görüldüğü gibi, bir bölgede doğrudan silahlı bir güce sahip olmak askeri açıdan bir avantaj. Yani Ortadoğu; 1) Zengin hammadde kaynaklarına sahip olması, 2) Enerji nakil yollarının güvenliği ve 3) Askeri stratejik önemi bakımından uzun yıllardır emperyalistlerin ilgi odağı. Emperyalist merkezlerden birinin Ortadoğu’da kazanacağı bir mevzi, diğer emperyalist merkezlerin bölgedeki çıkarlarının gerilemesi anlamına da geldiği için, Ortadoğu, yıllardır kaynayan daha doğrusu kaynatılan bir kazan. Ali Berham ŞAHBUDAK…

22 Eylül 2019 Pazar

İSKİLİPLİ ATIF HOCA'DENEN HAİNİN VE DİĞER CUMHURİYET VE ATATÜRK DÜŞMANLARI!


İSKİLİPLİ ATIF HOCA'DENEN HAİNİN VE DİĞER CUMHURİYET VE ATATÜRK DÜŞMANLARI!
Cumhuriyet düşmanlarının hedefleri farklı isimlerde anılıyor olsa da bu Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının ne ilk nede son alçakça teşebbüsleri son olmayacaktır “Bütün hainler bir çatı altın da toplanarak top yekun farklı kimliklerle saldırıları devem etmekte bu yapılanlar, elbette Cumhuriyet’in başarısı ile sonuçlandı. 
Asiler yok edildi. Fakat Cumhuriyet düşmanları, büyük komplonun bütün safhaları ile son bulduğunu kabul etmediler. Alçakçasına son bir teşebbüse giriştiler.
Bu teşebbüsler İzmir suikastı olarak kendini gösterdi. Cumhuriyet mahkemelerinin ezici pençesi, bu defa da Cumhuriyet’i suikastçıların elinden kurtarmayı başardı”.

Dersim tartışmaları başladıktan sonra, başta Başbakan yardımcısı Bülent Arınç olmak üzere, bazı hükumet üyeleri tarafından: "Bir de İstiklal Mahkemeleri arşivi açılsa, oralarda daha ne Dersimler var." Yollu beyanlarla cumhuriyet devrimi hedefe konuldu.
Özellikle de İskilipli Atıf Hoca konusu ve şapka devrimi üzerinden, önü ardı bilinmeden, kamuoyunun vicdanını etkileyebilmek için ölçüsüz laflar edildi. Öle bir mizansen çizildi ki, "cumhuriyet hiç acımadan "masun" İskilipli Hoca Atıf Efendiyi katletti" imajı yaratıldı...
Sahi kim bu Atıf efendi? Konu tarihse belge konuşur, geri kalan tevatürdür... Belgeli konuşalım. Ama şu notu da düşelim, o günkü olayları bugünün koşulları içinde değerlendirirsek yanılırız. İskilipli Atıf Hoca, sadece cumhuriyete değil, 1908 devrimine de karşıdır. Mahmut Şevket Paşanın katli nedeniyle suçlanarak Sinop'a sürülmüştür. Sonra, Kuvvayı Milliye karşıtıdır. Teali İslam Cemiyetinin kurucusu ve yöneticisidir.
Teali İslam Cemiyeti Milli Mücadele'ye ve Mustafa Kemal'e kesin olarak karşıdır. İslamcılığı, Batı ile sentezleyen bakış açılarına göre, İngilizler ve Yunanlılar iyidir. Çünkü onların galibiyetlerinin arkasında Kuvvayı Milliye gibi "cahilce bir cesaret" değil uygarlık zekası vardır. En önemli ihtiyaçları ise İslamiyet’le o "dehayı" birleştirmektir, hatta bu bir ödevdir."
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'E EŞKIYA DEDİ
Bugün onun mağduriyet makamına oturtulmaya çalışılmasının nedenini daha iyi anlatabilmek için İskilipli Atıf Efendinin Teali İslam Cemiyeti Başkanı (Reisi Evvel) olarak yayınladığı bildiriden birkaç satır aktaralım:
"Mustafa Kemal ve Kuvvayı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden kaçıyor. Zavallı saf ve gafil halktan topladıkları askerlere 'siz burada onlarla savaşın, biz de arkalarını çevirelim' diyerek sıvışıyorlar. Yazık ki halkımız Talat, Enver, Cemal, Mustafa Kemal gibi beş on eşkıyanın vücudunu ortadan kaldırmak için gereken fedakarlığı yapmıyor. İngilizleri kızdırdınız, üzerimize Yunanlıları musallat ettiler. Şimdi usulca oturup yenilginin sonuçlarına katlanmak yerine Yunanlılarla harbe tutuşuyorlar. Bu eşkıyaları ve asileri en kısa zamanda bertaraf etmek hepimize farzdır.
Harp yıllarında sizleri cephe cephe sürükleyen ve din kardeşlerinizin suçsuz yere ölmelerine sebep olanlar arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat, Bekir Sami gibi zalimler de vardı. Siz bu zalimlerin cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız? Elinize aldığınız bu fetva Allah'ın emridir, Padişah fermanıdır. Sizler bu katil canavarları daha fazla yaşatmamakla mükellef ve görevlisiniz. Bunların vücutlarını külliyen ortadan kaldırmak Müslümanlık için farz olmuştur."
ATATÜRK İZİN VERDİ
İskilipli Atıf Hocanın bu beyannamesinden çokça örnekler verilebilir ama sabrınızı zorlamamak için bu Kısa özetle yetiniyorum. Bu cemiyetin Konya şubesi bu tavrına rağmen 1920 TBMM seçimlerine katılmak istediğinde Atatürk bunda bir sakınca görmüyordu. Ama onlar bu tavırlarını sürdürmeye devam ettiler. Sadece yüzde 2 buçuk oranında okuma yazma bilen bir halk içinde bu hocaların sözleri büyük kitleleri kışkırtabilecek güce sahipti.
Cumhuriyeti kuran kadronun sorumluluğu sadece savaşı kazanmakla bitmiyordu, Osmanlı'dan kalan borçlar ödenecek, yıkılmış memleket kalkındırılacak, en önemlisi de halk aydınlatılacaktı. Bu koşullarda, örneğin "yeni harfleri kullananlar cehennemde yanacak" veya "şapka giymek küfürdür, dinsizliktir" diyen bir yobazın halka verdiği zarar Yunan topçusundan daha fazladır.
ASKER KAÇAKLARI YARGILANDI
Nitekim İstiklal Mahkemelerinin kuruluş amacı, asker kaçaklarını ve Türk Ordusu'na karşı Yunanlılarla birlikte hareket edenleri yargılamaktı. O mahkemelerde yargılananların yüzde 99'u asker kaçaklarıdır. Çünkü İskilipli gibilerin yayınladıkları bu tip fetvalar yüzünden askerden kaçanların sayısı sürekli artıyordu.
(Adnan Menderes bile Milli Mücadeleye çok geç katılmıştır, çünkü aksi halde İstiklal Mahkemelerinde yargılanacaktı. Adnan Menderes'in mirasına sahip çıkan AKP'nin, bugün çıkardığı Bedelli Askerlik yasasından asker kaçaklarını da faydalandırması manidardır. )
"İstiklal Mahkemelerinde İskilipli gibi yüzlerce binlerce adam yargılandı" yalanını uyduranların Atıf Efendi gibi birkaç örnek daha verebilmesi mümkün değildir. İskiliplinin yargılanma nedenini sadece yazdıklarıyla sınırlamak tarihi çarpıtmaktır.
İskilipli Atıf devrim karşıtlığından yargılanmıştır. Üstelik şapka yerine savundukları fes de ne İslam’la ne de Osmanlılıkla alakalıdır, Yunan kültürüne aittir. Onu da 2. Mahmut getirmiştir ve ne gariptir ki, o da "bu başlık şeriata aykırıdır" direnişiyle karşılaşmıştır. Yani yeniye karşı direnişin sığınağı daima din olmuştur.
Bugünün koşullarında ve cahilce bir yaklaşımla, "Efendim, İskiliplinin yazdığı 'Frenk muhalifliği ve Şapka' başlıklı mini kitap nihayet bir kitaptır, insan kitap yüzünden yargılanır mı" diyenler vardır. Onlara, bırakın yünde 2 buçuk okuma oranını, bugün bu oran yüzde yüze yaklaşmışken bile yazdığı kitaplar yüzünden hapsedilen yazarlar ve "kitabın bomba kadar tehlikeli olabileceğini" düşünen bir Başbakanımız olduğunu hatırlatalım!
Bir garip paradokstur ki, İskilipliyi yere göğe sığdıramayanlar aynı hükümletin veya partinin yandaşlarıdır.
NECİP FAZIL VE MENEMEN
Din bezirganlarının birkaç sözle halkı galeyana getirip ortalığı kan gölüne çevirmelerine verilebilecek en belli başlı örneklerden biri Menemen faciasıdır. Yazımızı, Başbakanın çok sevdiği Necip Fazıl'ın Menemen olayından sonra yazdığı bir yazıdan küçük bir alıntıyla bitirelim:
"İrtica, yatağımızın başucundaki bir bardak suya karıştırılan zehirdir. Kubilay'ın katili Derviş Mehmet'in Menemen kapılarına sokuluşu gibi, uykumuzu bekler ve ayaklarının ucuna basa basa gelir...(...) Onu tarife hacet yok. Onu tanırız. Yürüyüşünden, duruşundan, bakışından, kaçışından tanırız. O zaten kendisini gizlemiyor. Dün başına sarık takıyordu. Bugün giydiği, kanun nazarında şapka, hüsnü nazarında gene sarıktır.  Bugünün sarıklısı dünkünden daha çok yezit tir.." (1 Aralık 2011, Aydınlık)
Bugün Cumhuriyet, çeşitli bahanelerle tartışılıyorsa bunun tek nedeni vardır: Bizler uyuduk ve yeterince Cumhuriyete ve Cumhuriyetimizin kurucusu önder Mustafa Kemal Atatürk'e sahip çıkamadık demektir. Ali Berham ŞAHBUDAK…22.09.2019


9 Eylül 2019 Pazartesi

BİR TÜKENİŞİNDEN DİRİLİŞE CHP! CHP BUGÜN 96 YAŞINDA KUTLU OLSUN…


BİR TÜKENİŞİNDEN DİRİLİŞE CHP!

CHP BUGÜN 96 YAŞINDA KUTLU OLSUN…


Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde 9 Eylül 1923’te önce “Halk Fırkası” adıyla kurulmuştur. 1924 yılında “Cumhuriyet Halk Fırkası”, 1935 yılında ise “Cumhuriyet Halk Partisi” adını almıştır. "Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk tarafından 9 Eylül 1923’de kuruldu.

Kurtuluş Savaşını örgütleyen ve yürüten 'Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetinin' devamıdır. Başlangıçta 'Halk Fırkası' adını alan Parti, 1924 yılında 'Cumhuriyet Halk Fırkası', 1935 yılında da 'Cumhuriyet Halk Partisi' oldu. 
1927 yılında 'Cumhuriyetçilik', 'Halkçılık', 'Milliyetçilik', 'Laiklik' CHP’nin dört temel ilkesi olarak benimsendi. CHP’nin tarihi Türkiye Cumhuriyetinin tarihiyle özdeştir.

CHP kurucusu ve ilk Genel Başkanı Atatürk’ün önderliğinde bağımsızlığını kazandı, Cumhuriyeti kurdu, saltanatı kaldırdı, hilafete son verdi ve Ulusal Birliği sağladı. Hukuk, eğitim ve toplumsal alanda gerçekleştirdiği reformlarla çağdaş Türkiye Cumhuriyetini biçimlendirdi.

1927 yılında “Cumhuriyetçilik”, “Halkçılık”, “Milliyetçilik” ve “Laiklik” CHP’nin dört temel ilkesi olarak benimsenmiştir. 1935 yılında “Devletçilik” ve “Devrimcilik” ilkeleri de eklenerek Partinin ilkeleri altıya çıkarılmıştır. Partinin amblemi olan 6 ok bu ilkeleri simgelemektedir.

CHP, kurucusu ve ilk Genel Başkanı Atatürk’ün önderliğinde ulusal bağımsızlığı kazanan, Cumhuriyeti kuran, saltanatı kaldıran, hilafete son veren ve Ulusal Birliği sağlayan Partidir. Hukuk ve eğitim gibi toplumsal alanlarda gerçekleştirdiği reformlarla çağdaş Türkiye Cumhuriyetini biçimlendirmiştir. Ulusal sanayinin ve ekonominin gelişmesine öncülük etmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında tek parti konumunun tüm olanaklarına karşın, çok partili rejime geçişi sağlayarak Türkiye'nin demokratikleşme sürecinde de öncü misyonunu sürdürmüştür.

1950’li yıllarda üstlendiği muhalefet göreviyle demokratik bir rejimde muhalefetin kurumsallaşmasına da öncülük etmiştir. Bu kapsamda parlamenter demokratik rejimin kurumsallaşmasına dönük değişimleri gerçekleştirme ve temel hak ve özgürlükleri geliştirme mücadelesi vermiştir.

1960’lı yıllarda Türkiye'nin yaşadığı modernleşme sürecinin yansımaları olarak ortaya çıkan göç, kentleşme, sanayileşme gibi dinamikler çerçevesinde toplumsal sınıfların olgunlaşmasıyla birlikte CHP sola açılarak kendisini siyaset yelpazesinde “ortanın solunda konumlandırmıştır. 1970’li yıllarda ideolojisini “demokratik sol” kavramıyla tanımlayan CHP, önerdiği sosyal reformlarla “düzen değişikliğini hedeflemiştir.

Bu süreçte CHP, “devlet partisinden” “halkın partisine”, düzen partisinden” “değişimin partisine” dönüşmüştür.
Türkiye Cumhuriyetini kurma ve ülkemizin en köklü partisi olma gibi sahip olduğu ayrıcalıklı tarihsel miraslarıyla, geleneğini ve temellerini en iyi şekilde temsil eden ilkelerin yanı sıra sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini de benimseyen CHP bu çerçevede Uluslararası ölçekte faaliyetlerini sürdüren Sosyalist Enternasyonal ve Avrupa Sosyalistler Partisine de katılım sağlamıştır.

Çağdaş sosyal demokrasinin evrensel değerleri olan “özgürlük, eşitlik, dayanışma, emeğin üstünlüğü, gelişmenin bütünlüğü ve etkinliği ile demokratikleşme” kavramları içinde bulunduğumuz dönemde CHP’nin Türkiye’de kurumsallaştırmaya çalıştığı ve Programlarında önemle vurguladığı başlıca ilkeler arasında yer almaktadır. Ali Berham ŞAHBUDAK…



1 Eylül 2019 Pazar

SÖZDE GAYRİ MİLLİ! EMPERYALİST İŞ BİRLİKÇİ TETİKÇİLERİN DİKKATİNE!


SÖZDE GAYRİ MİLLİ!  EMPERYALİST İŞ BİRLİKÇİ TETİKÇİLERİN DİKKATİNE!




Yıllardır Atatürk'ü ve kurduğu cumhuriyeti ortadan kaldırmak isteyen yerli ve gayri milli emperyalist maşaları bakın bu ülke hangi şartlarda nasıl kurulu “ değil siz sizlerin ağa babaları emperyalist istilacı ülkelerinde sizin de gücünüz yetmez bu ülkeyi ve Mustafa Kelam Atatürk'ü yok etmeye!

30 Ağustos! Türk milletinin şanlı tarihinin ve kuruluşun ve kurtuluşun dönüm noktası: Mustafa Kemal Paşa komutasındaki Türk ordusunun zaferi ile sonuçlanan Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi, dünya tarihinin gördüğü en büyük kahramanlık destanlarından biri olarak tarihe geçti.

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk komutasındaki Türk ordusunun 26 Ağustos'ta başlayıp 30 Ağustos'ta zaferiyle sonuçlanan Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi, dünya tarihinin gördüğü en büyük kahramanlık destanlarından biri olarak tarihe Mustafa Kemal Atatürk dünya dâhisi olarak geçti.
1919 yılında Birinci Dünya Savaşı sonrası İtilaf Devletleri, Mondros Ateşkes Antlaşması hükümlerine dayanarak türlü bahanelerle “ Anadolu'yu işgale başladı, ordusunun cephanesi elinden alınan Türk milleti zor durumda bırakılmaya çalışıldı. Ünlü yazar Halide Edip Adıvar'ın ''Türk'ün Ateşle İmtihanı'' kitabında anlattığı işgal günlerinde, itilaf donanması İstanbul'a, Fransızlar Adana'ya, İngilizler Urfa, Maraş, Samsun ve Merzifon'a, İtalyanlar, Antalya ve Anadolu'nun güneybatısına yerleşti.
15 Mayıs 1919'da İtilaf Devletlerinin izniyle Yunan Ordusu İzmir'e çıkarma yaptı. Bu durum karşısında Türk milleti, tarih boyunca gösterdiği ''millet olma bilinci'' içerisinde işgallere karşı Kuvayı millîye hareketini başlattı. İki seçenek vardı; ya işgal güçlerine teslim olunacak ya da yıkılan yakılan bir ülke, yılmaz evlatlarının azmiyle yeniden ayağa kalkacak ve küllerinden doğacaktı.
1920'de TBMM'nin açılması üzerine işgal güçleri tüm baskıcı politikalarını Atatürk ve silah arkadaşları üzerine yoğunlaştırdı, özellikle Batı Cephesi'nde hareketlilik başladı. 1921'de Polatlı'ya kadar gelen Yunan ordusunu püskürtmek, daha birkaç yıl önce tarih literatürüne ''Çanakkale geçilmez'' sözünü altın harflerle yazdıran vatan evlatlarına düştü.
Sakarya'da 22 gün 22 gece süren kanlı çarpışmaların ardından durdurulan düşman ordusunu tamamen yurttan atmak amacıyla bir yıl kadar süren hazırlık döneminden sonra 26 Ağustos 1922'de Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruzu başlattı.
26 AĞUSTOS'TA KOCATEPE'DE ŞAFAK SÖKERKEN...

Başkomutan Mustafa Kemal, 26 Ağustos sabahı Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa (İnönü) ile muharebeyi yönetmek üzere Afyonkarahisar sınırlarında kalan Kocatepe'de yerini aldı. Topçu ateşleriyle şafak vakti başlayan harekatın devamında Türk askeri, sabahın ilk ışıklarıyla hücuma geçip Tınaztepe'yi ele geçirdi ve Belentepe ile Kalecik Sivrisi'nden düşmanı uzaklaştırdı.
Taarruzun ilk gününde 1. Ordu birlikleri, Büyük Kaleciktepe ile Çiğiltepe arasında 15 kilometrelik alanda, düşmanın birinci hat mevzilerini ele geçirdi. 5'inci Süvari Kolordusu, düşman gerilerindeki ulaştırma kollarına başarılı taarruzlarda bulundu, 2'nci Ordu ise cephede tespit görevini aksatmadan sürdürdü.
Türk ordusu, 27 Ağustos sabahı yine bütün cephelerde yeniden taarruza geçti ve aynı gün Afyonkarahisar, 8'inci Tümen tarafından düşman işgalinden kurtarıldı. 28 ve 29 Ağustos'ta başarıyla sürdürülen taarruz, düşmanın 5'inci tümeninin etkisiz kılınmasıyla neticelendi. 29 Ağustos gecesi durum değerlendirmesi yapan komutanlar, hemen harekete geçilip taarruzun kısa sürede sonuçlandırılmasında hemfikir oldu ve planın 30 Ağustos'ta aksamadan uygulanması için gerekli önlemler alındı.
BÜYÜK ZAFER VE BİR KIRIK KAĞNI: Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Türk Ordusu'nun Kurtuluş Savaşı'nda kazandığı en önemli zaferin arifesinde, 30 Ağustos sabahında şimdi belde olan Kütahya'nın Altıntaş ilçesine bağlı Zafertepe Çalköy'de birliklere taarruz emrini verdi.

O'nun bizzat yönettiği Dumlupınar'daki meydan muharebesinde kahraman Mehmetçik, Yunan birliklerini Allıören, Keçiler, Kızıltaş deresi yolunun iki yanında tamamen sarıp imha etti. Kızıltaş deresi bölgesinde açık kalan alandan bazı Yunan birlikleri, General Trikopis, General Diyenis ve birçok Yunan komutanı kaçtı.
Büyük Zafer'in ertesi günü, 31 Ağustos'ta Zafertepe Çalköy'de bir evin bahçesindeki kırık kağnının üzerine muharebe alanlarının haritasını koyan Başkomutan Mustafa Kemal, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa ile durum değerlendirmesi yaparak Yunanlıların yeniden savunma düzenine geçmesini önlemek ve onları mağlup etmek için İzmir'e girme görüşünde birleşti.
"ORDULAR, İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ'DİR, İLERİ!
 
Mustafa Kemal Paşa, Büyük Zafer sonrası 1 Eylül'de Dumlupınar'da, Batı Cephesi'ndeki tüm subay ve erlere okunmak üzere yayımladığı bildiride, şu ifadelere yer verdi:

''Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları, Afyonkarahisar-Dumlupınar Büyük Meydan Muharebesi'nde, zalim ve mağrur bir ordunun temel varlığını inanılmayacak kadar az bir zamanda yok ettiniz. 
Büyük ve seçkin ulusumuzun fedakarlıklarına layık olduğunuzu kanıtladınız. Sahibimiz olan büyük Türk ulusu, geleceğine güvenmekte haklıdır. Savaş alanlarındaki başarı ve fedakarlıklarınızı yakından görüp izliyorum. Ulusumuzun size olan övgülerinin iletilmesine aracılık etme görevinin arkasını bırakmayacak, sürekli olarak yerine getireceğim. Ödüllendirme için Başkumandanlığa öneride bulunulmasını, Cephe Kumandanlığına buyurdum.
Bütün arkadaşlarımın, Anadolu'da daha başka meydan muharebeleri de verileceğini göz önünde bulundurarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü ve yurtseverliğinin kaynaklarını kullanarak, yarışmayı bütün gücüyle sürdürmesini talep ederim. Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!''
27 Ağustos'ta Afyonkarahisar, 30 Ağustos'ta Kütahya'nın kurtuluşunu 1 Eylül'de Gediz, 3 Eylül'de Emet ve Tavşanlı'nın kurtuluşları izledi, 9 Eylül'de İzmir'de Yunan Ordusunu denize döken Türk ordusu, Mustafa Kemal Paşa'nın emrini büyük bir başarıyla yerine getirdi.
VERDİĞİ SÖZÜ YERİNE GETİREMEDİĞİ İÇİN İNTİHAR ETTİ:

Büyük Taarruzdan akıllarda kalan en önemli olaylardan biri, 57'nci Tümen Komutanı Albay Reşat Bey'in, 27 Ağustos'ta Çiğiltepe'nin alınmasının yarım saat gecikmesi üzerine, görevini yerine getirememenin üzüntüsü ile kendisini vurarak intihar etmesiydi. Kocatepe'den verilen emirle Büyük Taarruzu başlatan Türk askerleri, taarruzun ilk ve ikinci gününde tüm tepeleri ele geçirmeye başladı. Çiğiltepe'de bulunan Yunan askerlerine karşı direnen 57'nci Tümen Komutanı Albay Reşat Bey ile Mustafa Kemal Paşa arasında, şu telefon konuşması geçti:

"VERDİĞİM SÖZÜ YERİNE GETİREMEDİM:

Sonraki yarım saatte Çiğiltepe'yi düşman askerinden alamayan Albay Reşat Bey, ''Verdiğim sözü yerine getiremediğim için yaşayamam'' diyerek beylik tabancasıyla intihar etti. Mustafa Kemal Paşa'ya, Çiğiltepe sırtlarında çarpışan 57'nci Tümen Komutanlığını yeniden telefonla aradığında Albay Reşat Bey'in intihar ettiği söylendi ve ''Yarım saat zarfında o mevkiyi almaya size söz verdiğim halde, sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam'' yazdığı notu okundu.
Çiğiltepe, Albay Reşat Bey'in ölümünün 15 dakika sonrasında düşman askerlerinden kurtarıldı.

"TÜRK CUMHURİYETİNİN TEMELİ BURADA SAĞLAMLAŞTIRILDI:

“Büyük Önder Atatürk, Büyük Zafer'den tam iki yıl sonra, 30 Ağustos 1924'te, Şehit Sancaktar Mehmetçik Anıtının temel atma törenine katılmak üzere Zafer tepe Çalköy'e geldi. Törene katılanlara iki yıl öncesini hatırlatan Atatürk, Büyük Zafer'i şu cümlelerle anlattı: ''Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve onun son parçası olan 30 Ağustos Zaferi, Türk tarihinin en önemli dönüm noktasıdır.

Ulusal tarihimiz çok büyük, çok parlak zaferlerle doludur ama Türk ulusunun burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu, yalnız bizim tarihimize değil dünya tarihine yeni bir adım vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum. Besbellidir ki yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyetinin temeli burada sağlamlaştırıldı, ölümsüz yaşayışı burada taçlandırıldı”.  Bu alanda akan her damla Türk kanları, bu göklerde uçuşan her şehit ruhları, devletimizin ve cumhuriyetimizin ölümsüz koruyucularıdır.

Türk ulusu önderiyle ve kurucu lideriyle burada kazandığı onurlu zaferle, açığa vurduğu gücü ve istemiyle, bu belli gerçeği bir kere daha tarihin bağrına önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Anadolu da  yaktığı aydınlanma meş'alesi ve tam bağımsızlığı adeta kararlı iradenin sonucu olarak çelik kalemle ilelebet silinemeyecek kadar kalın çizgilerle adını dünya tarihine  Mustafa Kemal Atatürk olarak yazdırmış tek liderdir " Bu dünya liderini de şuan gururla onurla yaşadığımız  cumhuriyetimizi kuran  liderinin adı da Atatürk'tür!  
( Günümüzde ki gibi kimilerinin öne çıkarmaya çalıştığı çakma liderden değildir liderlik bir asaleti ve eğitimi gerekli kılar )  "ONURLU VE GURURLU TÜRK MİLLETİNE BİR YURTTAŞ VE BİR ATATÜRKÇÜ KEMALİST DEVRİMLERİ YÜREKTEN İNANMIŞ YILLARINI BU UĞURDA HARCAMIŞ BİR BİREY VE YURTSEVER DEVRİMCİ OLARAK MESAJIMDIR"!Ali Berham ŞAHBUDAK 01 09 2019… 

ERDOĞAN NASIL YÜKSELDİ ? | Siyaset Gündemi - Levent Gültekin / Gazeteci

Yedi Yıl Sonra Gelen Hesaplaşma: Cumhuriyet, Demokrasi ve Siyasi Sorumluluk 2018 yılında, Türkiye'nin yönetim sisteminde yaşanan kritik ...